Yeni İş Alanı Arıyor!
Efnan Atmaca ~ Radikal / 24 Aralık 2007
‘Koca Bir Aşk Çığlığı’ adlı oyunla seyircisiyle buluşan Tilbe Saran ‘Giderek bu koşullarda mesleğimi yapamayacağımı düşünüyorum. Yakında kimsenin bilmediği, hatırlamadığı, önemi olmayan bir oyuncu olacağım ve kimse bana rol teklif etmeyecek’ diyor.
Geçen sezon ‘Nathalie’ adlı oyunla hem gişede başarı kazanan hem de performansı ödüllendirilen Tilbe Saran bu kez ‘Koca Bir Aşk Çığlığı’yla sahnede. Sahnede ona Selçuk Yöntem, Bekir Aksoy ve Hazım Körmükçü eşlik ediyor. Zeynep Avcı’nın çevirdiği oyunu yazan, Josiane Balasko. Yönetmen ise Türk tiyatrosunun en velut yönetmenlerinden Işıl Kasapoğlu.
Oyun kısaca alkol tedavisinden yeni çıkmış bir oyuncunun unutulmuşluğu kabullenmek ile eski kocasıyla karşı karşıya oynamak arasındaki seçimini konu alıyor.
Tilbe Saran da burada unutulmuşluğun eşiğindeki oyuncuyu canlandırıyor. ‘Koca Bir Aşk Çığlığı’ aynı zamanda tiyatrocuların mahrem dünyalarının kapılarını aralayıp onların gerçek yüzleriyle tanıştırıyor seyirciyi. Saran’ın deyimiyle hem münasebetsizliklerini hem de acılarını gösteriyor. Saran bu oyundaki beklentilerinin ‘eğlenmek’ olduğunu söylüyor. Oyun için konuşmaya gittiğimizde gördük ki Tilbe Saran tiyatronun geleceği açısından pek umutlu değil. Hem yaşananlara hem de meslektaşlarına biraz kırgın…
‘Koca Bir Aşk Çığlığı’ adlı oyunda başrolü Selçuk Yöntem’le paylaşıyorsunuz. Bir önceki oyun ‘Nathalie’de de partneriniz Zuhal Olcay’dı. Bu sizin isteğiniz miydi?
Selçuk’la daha önce Aksanat’ta ‘Fernando Krapp Bana Mektup Yazmış’ta birlikte oynamıştık. O oyun için oyuncu arıyorduk ve Selçuk uzaktan görüp izlediğim biriydi. O role uygun olacağını düşünmüştüm. Ve yanılmadığımı anladım. ‘Koca Bir Aşk Çığlığı’nı Aksanat’tayken yapacaktık fakat bir telif sorunu oldu. Telif almayı beceremedik, geç kaldık vs… Sonra zaten Aksanat buharlaştı. Oyun da bir köşede kaldı. ‘Nathalie’den sonra ne yapacağız diye düşünürken bu oyun aklıma geldi. Tabii Selçuk’tan başka birini de düşünmedik.
Bu oyunu yapmayı çok istiyordunuz galiba. ‘Koca Bir Aşk Çığlığı”nda sizi bu kadar etkileyen neydi?
Josiane Balasko, kendisi de oyuncu olan bir yazar. Dolayısıyla metin tiyatroyu, oyunculuğu, oyunculuğun hem hoşluklarını hem de münasebetsizliklerini çok iyi anlatıyor. Matematiği çok iyi. Eğlenceli bir şey yapmak istiyorduk ve bu oyun bunun için uygun geldi. Üstelik yaşlarımıza da denk düşen bir tarafı vardı. Seyirci de sahne üzerinde gördüklerinin arkasını görmekten, perdeyi aralamaktan hoşlanıyor.
Bir anlamda oyun, oyuncuların gerçek dünyasını anlatıyor…
Evet, biz de ondan sevdik herhalde. Sahne üzerine çıkıncaya kadarki evreyi gösteriyor. Çünkü aynen oyunda olduğu gibi aslında yaşadığımız her şey sahneye yansır. Ben biz oyuncuların trajikomik bir hali olduğunu düşündüm hep. Başkalarının sözcüklerine ihtiyaç duyuyoruz; duygularımızı, aşklarımızı, nefretlerimizi hep birilerinin laflarıyla söylüyoruz. Tiyatrocuların maskeler taktığı, güvenilmez olduğu düşünülür hep, ama bence tam tersine çok naif, birebir duygularını söylemekten korkmayan ama sözcüklerini seçemeyen insanlar oyuncular. Başkalarının sözcüklerinden kurulmuş bir ağ içerisinde rahat eden ve aslında öfkelerini, sevinçlerini saklayıp onu tiyatro sahnesinde Çehov’un, Shakespeare’in repliklerinin arasında söyleyen yaratıklar.
Oyunda canlandırdığınız karakter unutulmaktan korkan bir tiyatrocu. Siz unutulmaktan korkuyor musunuz?
Tabii ki çok korkuyorum. Unutulmaktan değil, mesleğimi yapamamaktan korkuyorum. Ama giderek bu koşullarda bu mesleği zaten yapamayacağımı düşünüyorum. Ve kendime yeni iş alanları bulmaya çalışıyorum. Ama yakında kimsenin bilmediği, hatırlamadığı, önemi olmayan bir oyuncu olacağım ve herhalde kimse bana rol teklif etmeyecek. Unutulursam üzülürüm diye düşünüyorum ama özellikle bu prova dönemi çok acı çektim. Provaları Dame De Sion’da yaptık ve kendimi okula geri dönmüşüm, tiyatro kulübünde çalışıyormuşum gibi hissettim. Anladım ki ben böyle tiyatro yapmak istemiyorum.
Söyleşinin başında Aksanat’ın buharlaştığını söylediniz. Anladığım kadarıyla onlara kırgınsınız. Nedir bunun sebebi?
Aksanat’a başladığımız zaman oradaki yöneticilerin sonsuz bir desteği vardı. Sonra o destek kalktı. Bazı şeyleri yapmanın koşulları var. Duvar resmi yapıyorsanız duvara ihtiyacınız var. Ama duvara dokunma diyorlar, o zaman tuvale yapalım diyorsunuz, cevap tuval yok oluyor. Kısacası sırtımızdan ellerinin çekildiğini hissettim. Ve o koşullarda orada bir şey yapmaya ısrar etmek sanki oradan alınacak üç kuruşun hesabını yapıyormuş gibi hissettireceği için de ayrıldım. Çünkü benim niyetim iyi bir şey yapmaktı yoksa ben dilenci değilim, istediğim sürece her yerde tiyatro yapabilirim.
10 yıl iyi şeyler yaptınız. Neden birdenbire kesildi?
Giderek oradaki maddi ve manevi alanımız daraldı. Çok fazla başkalarıyla paylaşılmaya başlandı. O paylaşılmada da hissettim ki istenmiyorum. Ve yeni gelenlere daha fazla alan açılırsa herkes daha mutlu olacak. Her sene projeler hazırlanıyordu, toplantılar yapılıyordu. Ama bunlar konuşulmamış gibi olunca kimsenin istemediği anlamına geliyor. Zorlamanın manası yoktu. Ama şunu söyleyebilirim ki orada yaptığım ilk oyundan son oyuna kadar her projenin bugün de arkasında dururum. Çünkü her biri misyonu olan işlerdi. Ve eğer devam etseydi Akbank’ın verdiği destekle daha da iyi işler yapacaktık.
Yıllardır televizyonda ve sinemada yoksunuz. Özellikle mi uzak duruyorsunuz? Daha açık sormak gerekirse, televizyonda iş yapmaya karşı mısınız?
Evet, yokum. Seslendirme yapıyorum, o şekilde ayakta duruyorum. Özellikle uzak duruyorum. Bunu saklamanın bir manası yok. Sahnede, televizyonda, sinemada, oyunculukla ilgili her mecrada olabilirim, ama tiyatroda en azından şimdiye kadar üç aşağı beş yukarı seçimler bir anlamda sizin elinizde. Dolayısıyla orada gerçek bir yaratma sürecinin içindesiniz. Öbür taraf ise tam bir tüketim dünyası. Orada habire cepten tüketmeniz gerekiyor. Ve maalesef ben o kadar zengin değilim. O kadar geniş malzemesi olan bir oyuncu değilim. Yaptığım iş beni besliyor. Televizyon tam tersine, varolanı tükettiğiniz bir yer. Ancak hemen söylemeliyim ki televizyonda iş yapanları hiçbir şekilde kınamam söz konusu değil. Aksine hepsine hayran oluyorum çünkü olmayacak koşullarda çalışıyorlar. Tek bir noktada kınıyorum bütün bu mesleği yapanları, o da kendi mesleklerine sahip çıkmadıkları için. Ve o yüzden asla onları affetmiyorum.
Sahip çıkmıyorlar derken neyi kastediyorsunuz?
Sendikası olmayan oyunculuk gibi bir şey olabilir mi? İnsanlar 48 saat çalışıyor ve hiçbir sosyal güvence yok. Herkes takır takır önlerine konan dünyada eşi benzeri olmayan şartların olduğu sözleşmeleri imzalıyor. Ben o sözleşmelere imza atmıyorum. Atmam da. Bir yaptığım işi ömrü billah birine satmam. Zaten o yüzden kimse de benimle çalışmıyor. Dünyada eşi benzeri olmayan şartlar ama bizler bir araya gelip örgütlenemiyoruz.
Neden bir araya gelemiyorsunuz peki?
Bilmem, onlara sorun. Tek başına yapılmaz ki bu işler. Yıllar önce seslendirme konusunda, benzer bir şey olmuştu. Çok utanç verici rakamlara ağır koşullarda çalışılıyordu. Sadece sen ben bizim oğlan bir araya geldiğimizde onu kıracak birileri oluyor hep. Biz de üç gün bile sürdüremedik grevi. Çünkü o işi yapacak kişiler çıktı. Bu, ülkenin sorunlarından ayırt edilebilecek bir şey değil. Bu ülke ilk önce bilime ve hukuka sırtını dönmüş. Ve bunu o kadar içselleştirmiş ki tersini söylediğinizde ya deli, ya meczup ya da tutunamayan muamelesi görüyorsunuz.