Tilbe Saran’la Paris Gezintisi!

Eraslan Sağlam ~ bugunbugece.com / 1 Nisan 2010

“Hani biz bir şeyi öğrendiğimizde henüz aramızda bir mesafe varken, tıpkı çıplak göz ya da gözlükle bakmak gibi o aradaki 3cm, 5cm bile bir mesafe yaratır ya, işte bu oyunda o dile o mesafeden bakan birinin de o dilde bulduğu ses oyunlarının şiirsel bir tadı vardı.”

Eraslan Sağlam (E.S): Merhaba Tilbe.

Tilbe Saran (T.S): Merhaba

E.S: Nasıl geçti Paris?

T.S: Paris güzel geçti. İlk defa uzun bir zaman kalabildim. Dolayısıyla hem kentin hem de kentteki kültürel olayların tadını, rahat rahat bir yerden bir yere koşarken “ah gözüme şu ilişti şuna da giriveriyim” demek keyfini yaşayarak çıkarttığım için güzel bir zamandı.

E.S: “Fransa’da Türkiye Mevsimi” kapsamında bir oyunla oradaydın. Oyuna geçeceğim ama oyundan önce gördüğün, etkilendiğin projeler oldu mu Paris’te?

T.S: Aslında en çok tesadüf ettiğim sergilerden etkilendim, tiyatro oyunlarından ziyade. Mesela bir James Ensor sergisi vardı, çok hoştu. Bir Isadora Duncan sergisi vardı çok etkileyiciydi çünkü sergilendiği müzeyi de bilmiyordum. Isadora Duncan’ın ne kadar çok sanatçıyı büyülediğini biliyordum ama ondan dolayı yapılmış eserleri bilmiyordum. Vanity sergisini gelmeden bir iki gün önce yakalayabildim. Vanity de çok ilginçti. Bu “Momento Mari” (ölümü anımsa) hikayeleri benim hep ilgimi çekmiştir sanat tarihinde. Çok doyurucu bir sergiydi. Pompei duvar resmi ile başlayıp Daniel Hirst’e kadar geliyordu. Dolayısıyla çok kocaman bir zaman diliminde sıkışık örnekler verilmişti. Pompidou’da kadın eserleri müzede derlenmiş toparlanmış ve yeni bir konseptte sergileniyordu. Bunlar böyle ilk avazda aklıma gelenler. Bir de tesadüfen sokakta görüp girdiğim bir naifler sergisi vardı, çok hoştu. Kaç oyun gördüğümü hatırlamıyorum. Çok oyun gördüm. Teknik yetkinlik ve perfeksiyonist sahne tasarımları, ışıkları, ses tasarımlarının dışında çok fazla beni “aman müthiş, hay Allah” dedirtecek şeyler olmadı. Jules Verne’den yola çıkarak yapılan bir oyun vardı. Zaten onunla kapattım ordaki sezonu. Bana çok iyi geldi bu oyunla kapatmak. Hep düşünüyordum Jules Verne’in sahnede nasıl olabileceğini. Çünkü o kadar zor ki sahnelenebilmesi. Arienne Munchkin sahneye koymuş. Munchkin yine her zaman olduğu gibi çizgisinden hiç sapmadan, yine seyircilerini kapıda karşılayarak, o eski ahkamı sürdürerek, her zaman olduğu gibi seyircileri önceden tiyatroya davet eden, çağıran bir mekanda çayını, kahveni, ot çayını, çorbanı sana içirterek yine dört saate yakın, çok uzun sayılabilecek bir gösteri sunuyor. Oyuncudan ziyade oyunu ve olağan üstü bir ekibi izlemek ve tabii Jules Verne’i sahnede görebilmekti mucize. Şöyle bir şey yapmıştı Jules Verne’i sahneleyebilmek için: Başka bir metnin içine oturtmuş oyunu. Aslında o metnin sinemaya uyarlandığı 19. yy. sonunda da dünya savaşı çıkmak üzere. 1. Dünya Savaşı çıkmak üzereyken bir idealist bunu filme çekmeye çalışıyor. Biraz Jules Verne’in kendisi oluyor. Ve sessiz film çekildi o dört saat boyunca. Dolayısıyla hiç durmadı o sahne, hiç birşey durmadı, sahnelerin hazırlanmasından sahnelerin çekimine, sahne arasında oyuncuların dinlenmesine kadar biz gerçekten dört saat boyunca Jules Verne filmini hep beraber sessiz film olarak çektik. Fakat sessiz sinema olarak oynandığı zaman bütün o günkü teknoloji ile çekildiğini varsayarak herkes o ritimde oynuyordu. Hızlandırılmış bir görüntü vardı sahnede ve çok, çok güzel bir işti.

E.S: Evet devam edelim, senin oynadığın oyunla devam edelim. Sedef Ecer’in Fransızca olarak kaleme aldığı “Eşikte” adlı oyundaydın “Fransa’da Türkiye Mevsimi” kapsamında. Biraz metni anlatır mısın?

T.S: Metin küçük küçük sahnelerden oluşuyor ve aslında birbiriyle çok ilgisiz aşağı yukarı yirmi altı karakterden -belki 26 an / durum demek lazım- oluşuyor. Ama bunların bir ortak özelliği var: Bir konuda, bir durumda, bir anda eşikte bu insanlar. Bu bir durumdan başka bir duruma geçmek olabilir (mesela cinsiyet değiştiren biri var oyunda). Ölümle yaşam arasında bir siperde geçen bölüm var. Kendini sorgulamakla, olduğu gibi kalmak arasında olan bir durum var. Fransızca’ya çok hakim birinin, ama bir yabancının o metine karşı hissettiği mesafeden bakmasıydı burada ilginç olan. Hani biz bir şeyi öğrendiğimizde henüz aramızda bir mesafe varken, tıpkı çıplak göz ya da gözlükle bakmak gibi o aradaki 3cm, 5cm bile bir mesafe yaratır ya, işte bu oyunda o dile o mesafeden bakan birinin de o dilde bulduğu ses oyunlarının şiirsel bir tadı vardı. En azından bana öyle gelmişti, hem de bir yabancılaşma içinde. Hani biz çok iyi bilmediğimiz bir şeyi öğrenmek için hani ezberlemek için bir şeylere benzeterek öğreniriz ya, bunun gibi ses taklitlerinden faydalanılmış. Hani birisi bize Türkçe’de “ayağım karıncalandı” dediği zaman çok doğal birşeydir ama bunu bire bir çevirdiğimiz zaman tuhaf bir etki yaratır ya, işte bunun gibi bir şey.

E.S: Ayağın üstünde yürüyen karıncalar anlaşılabilir!

T.S: Evet, tıpkı bu örnekte olduğu gibi Fransızca’ya bir yabancının bakışıyla da yaklaşılmıştı metine. Hatta zaman zaman Sedef’in kendisi de onları bile isteğe bıraktı. Hatalar da vardı, dil bilgisi hataları, söyleme biçimi hataları ama onlar özellikle korundu. Aksanlı konuşulan yerler vardı. Çeşitli okumalar yapmıştık. Sedef o zaman da ısrarla “ben burada bir sürü farklı aksan duymak istiyorum” diyordu. Hakikaten onu düşünerek yazılmış bir metin. Sonuçta üç Fransız iki Türk oyuncu (Serra Yılmaz ve ben) beş kişilik küçük bir kadroyla yaptığımız, dolayısıyla hepimizin o rolleri yahut o anları oynayarak birbirine eklemlediğimiz bir gösteri oldu. Yola çıktığımız zaman, bu proje ilk başladığında, çok genç bir yönetmenimiz vardı, bu genç yönetmen farklı bir kulvarda yürüyordu. Doğrusu ilk seçtiği kulvar bana daha yakın bir kulvardı, daha metne uygun bulduğum kulvardı fakat daha sonra farklı gereksinimlerden olsa gerek o kulvar çok daha soyut bir kulvara taşıdı. Daha soğuk, benim için huzursuz edici bir hal aldı, daha sıcak bulduğum bir metindi ama biz de bir mesafe katar olduk o metne.

E.S: Seyirci profili nasıldı?

T.S: Oradaki hem Fransızlar’a hem Türkler’e hitap edecek bir biçimde duyurulmaya çalışıldığı için oyun, hem Fransız hem Türk seyirciler vardı. Ama sonuçta gelen Fransızlar da bir biçimde Türkiye ile ilgisi olan, merakı olan, bir biçimde değmiş insanlardı. Yahut çok uzun yıllar burada yaşamış olup ya da gidip gelip bir şekilde sevmiş ve merak eden insanlardı. Genelde çok keyifli ve olumlu bir dönüş oldu. Mesela Fransızlar bana göre biraz daha sevdiler metni, onların böyle o tarz soyutlamalara uzak mesafeden bakmaya ilgileri, merakları var gibi. Ama ben galiba bir ara çok olumsuz konuştum gelecek olanlara. Herkes “Niye öyle? Biz çok sevdik, söylediğin gibi de değildi” dedi. Belki de ben başka bir şey hayal ediyordum, o dönüşümü rahat yaşamadım. Benim istediğim yol öyle bir yol değildi gibi geldi. Sonra geçenlerde fotoğraflara bakıyordum, sonra dedim ki “a hiç de fena değilmiş”. Keşke içinde yaşarken daha fazla keyif alsaydım ama orda olmak ve o süreci yaşamak başka bir dilde birşey ifade etmeye çalışmak benim için zaten iyi bir deneyim oldu.

E.S: Güzel. Peki Türkiye’de izleyebilecek miyiz? İstanbul’a gelme ihtimali var mı oyunun?

T.S: İstanbul’a gelme ihtimali vardı, hala da var. Belki burada ufak tefek değişikliklerle yeni bir prodüksiyon yapmak söz konusu çünkü o dekorun buraya gelmesi çok pahalı, burda üretilirse başka bir şey yaparız diye düşünüldü. Çünkü gerçekten binlerce farklı biçimde ele alınabilinecek bir metin. O yüzden farklı bir yoldan yeniden üretilmeli diye düşünülüyor ama tüm bunlar malum para pul hikayeleri.

E.S: Evet umarım olur, umarım tekrar Serra Hanımı da sahnede görürüz seninle birlikte.

T.S: Serra çok uzun zamandır Türkiye’de iş yapmıyordu. Eminim onu görmek isteyecek çok insan vardır.

E.S: Koca Bir Aşk Çığlığı devam ediyor mu?

T.S: Koca Bir Aşk Çığlığı ile gelir gelmez ayağımın tozuyla İzmir’e turneye gittik, çok keyifli bir turneydi sonra geldik burada oynadık fakat şimdi oyuncularımızdan biri -Ömer Akgüllü- askere gideceği için galiba oyunu sonlandırmak durumunda kalacağız.

E.S: Eyvah!

T.S: Maalesef evet!

E.S: Peki artık dinlenecek misin bu sezon, yoksa başka çalıştığın bir şey var mı?

T.S: Tabii düşünüyorum. Bu sezona yetişecek şeyler yok ama önümüzdeki sezon için düşündüğüm bir Cezayir oyunu var. Beni çok etkiledi, çok yalın bir metin. Cezayir hem sömürge olmayı, hem özgürlük beklemeyi, hem gelen özgürlüğün ne kadar özgürlük olduğunu anlatan, aslında yaşanmamış bir aşk hikayesinin arkasında bir ülkenin tarihini, iki çocuğun tarihini, biraz doğu batı karşıtlığını aktaran çok sevdiğim bir metin. Bilmiyorum burada kim dinler, kim sever, kim ilgilenir ama şimdilik öyle bir metne takıldım ben.

E.S: Güzel haberler bunlar. Tekrar hoşgeldin Tilbe

T.S: Hoşbulduk