Tilbe Saran ile… Savaştan Kadına…

Özlem Özdemir ~ Tiyatro Dergisi, Sahne Tozu / Nisan 2009

Savaş? Her gün yüzlerce insanın öldürüldüğü, nasıl olsa hep başkalarının öldüğü, reklam seyredercesine normallikle izlediğimiz bir vahşet değilse nedir? Artık konuşmaya bile gerek duymayacak kadar kanıksamıyor muyuz? Nasıl olsa ölen bizim oğlumuz, yağmalanan bizim evimiz değil diyerek sıcak yataklarımıza girip rahatlıkla (!) uyumuyor muyuz? Biz ne zaman bu kadar yoksullaştık? Ne zaman bu kadar insan olmaktan çıktık? Her şeye alışan insan savaşa da alışıyor değil mi? Ülkemizde süre giden iç savaşa da yok gibi davranabildiğimize göre bizim için yapacak bir şey kalmış mıdır?

Bir şey yapmaya çalışan insanlar neyse ki hala tükenmiş değil. Sahneye koydukları her oyunla bir şey söylemeyi misyon edinen Semaver Kumpanya’dan olağanüstü bir oyun daha… Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları” adlı oyunu Işıl Kasapoğlu’nun tiyatro gibi tiyatro duygusunu hissettiren rejisiyle görülmeye değer. Savaş, savaşın insanlar üzerindeki etkisi, kadın olarak savaşta var olmaya çalışmak, yıllar önce yazılanların bugün daha da korkunç şekilde sürdüğünü anlamak üzerine Tilbe Saran ile sohbet ettik. Belki bir şey söylemek artık hiçbir şey değiştirmiyor. Ama inadına söylemeye devam etmeliyiz. Biz, siz, hepimiz ama birlikte söylemeliyiz! Yarın değil, hemen şimdi… Aksi halde söyleyecek bizler bile kalmayacağız o bekleyip durduğumuz yarında… Anlamamız için illa ölmemiz mi gerekecek? İyi de öldükten sonra anlamak mı var?..

Cesaret Ana size göre nasıl bir kadın?
Senin gibi, benim gibi, söylediği gibi dik duramayan biri. Hepimiz işimizi, sevdiğimiz iş bile olsa,  yapabilmek için dik duramıyoruz ki… Brecht’in müthiş tersinlemesiyle isminin tam tersi korkak ama tabi ki ana. Ancak hayat analığını ezip geçiyor. Hayatta kalabilmek adına gösterdiği korkaklık sonunda onu yiyor. Çocuklarını yiyen devrim değil de hepimizi yiyen, sömürü onu dişlerinin arasında ezip geçiyor. Keşke dışında kalabilseydik ama ben de kalamıyorum.

Cesaret Ana üç çocuğu ile birlikte savaş zamanı arabasıyla dolaşarak hayatta kalmaya çalışıyor. Oyun Cesaret’in 1921 ilkbaharında yolda iki askerle karşılaşmasıyla başlar. Askerler oğullarını askere almak isterler. Cesaret karşı çıkar, fal bakmaya girişir. Ama sonunda Eilif asker olmaya karar verir. Cesaret savaştan geçimini sağlasa da iş kendi çocukları olunca savaşa gitmelerini istemez!

Lafı da var: o askerler benim çocuklarım olmak zorunda değil”  Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Hepimize dair bir şey değil mi? Çevremizde hepimizin vicdanını şiddetle rahatsız eden görüntüler var ama duymamaya, görmemeye çalışıyoruz ve bize dokunmadığı zamanda da hiçbir şey yapmıyoruz. Ben kendi adıma açık yüreklilikle aslında tepki duyduğum şeylere tepkimi ortalığa çıkarak vermediğimi itiraf etmeliyim. Sivil toplum örgütleri açısından da çok zayıf bir örgütlenmeden geldiğimiz için bireysel olarak da barlarda, lokantalarda çene yapmaktan başka bir şey yapmıyoruz.

Kesinlikle! Aradan üç yıl geçer, O sırada Katolik hücumu yaşanır, Cesaret Fin alayının bir kısmıyla tutsak düşer.Cesaret’in dürüst oğlu Peynir ise mutemet olur.

Aslında o da bir şekilde savaşa katılmış oluyor.

Diğer oğlundan haber getiren rahip de bu durumda tehlikede olduğundan Cesaret’in yanında kalır.  Ancak oğlu alayın kasasını koruduğundan tehlikededir. Ancak Peynir askerlere yakalanır. Orda trajik bir sahne var. Cesaret oğlunu tanıdığını belli ederse hepsi tehlikeye girecekler.

Evet, Kattrin var. Üstelik Eilif hayatta. Hangi birini koruyacak?

Çok zor bir karar olmalı, orada bir seçim yapması gerekiyor.
Orada bir anne olarak seçim yapıyor. Açık verdiği anda Kattrin de Eilif de gümbürtüye gider. Hadi rahiple bir gönül bağı yok. Çok acımasız bir seçim, seçim bile değil. Brecht’in ne büyük bir yazar olduğunu her satırda bir kere daha anlıyoruz. Oradaki rahip karakteri inanılmaz bir karakter. Bu kadar yanar dönerlik olabilir mi? İnanç dediğimiz belki de insanların en zayıf noktasından farkına varmadan sömürünün dahiyane bir aktarımı.

Çok tanıdık geliyor insana! Oğlunu almak için para bulması gerekir. Pazarlık etmeye çalışır ama askerler kabul etmezler, Cesaret’in kararı vermekteki zorluğunu görürüz. İnsanı sinir eden, nasıl olur dedirten bir durum. Anneliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hayatta bir şey öğrendiysem o da şu: Aptallığın ve alçaklığın sonu yok. Bana böyle bir soru yöneltseniz mutlaka verirdim o parayı, kurtarırdım oğlumu desem yalan söylemiş olurdum, bilmiyorum! Tabi ki yolumu aydınlatan bir takım değerlerim var. Ama insan köşeye sıkıştığında o değerler konusunda aynı tavrı sürdüremeyebilir. Çünkü o pazarlığı da hayatta kalmak için yapıyor. O çocuklara o kadın bakıyor. Oyunun en can alıcı yeri de bu zaten. Hepimiz atıyor tutuyoruz ama madem şikayet ediyorsun niye o zaman o kurumda çalışıyorsun? İnsanın eli kolu o kadar bağlanıyor ki, çocuğumun okul taksidi vs…

Yaratılan sistem zaten tam da bu değil mi?

Bunun böyle olmadığı zamanlar var mı bilmiyorum. Bir yandan kahramanlar çıkmış, tıpkı Kattrin gibi. Onlar sayesinde biz bugün insan haklarından konuşabiliyoruz. Cesaret öyle biri değil yani hepimiz gibi.

Ve oğlu öldürülür.
Askerler cesedini Cesaret’e getirirler. Cesaret orda neler hissediyor?
İnsan büyük acılar karşısında o an donuyor… Çok sonra, o da düşünürse, tanımlayabiliyor. Ben oynarken sadece hayatta kalmak, Kattrin’in ve rahibin sesini çıkartmamasını sağlamayı düşünüyordum, önceliklerim onlardı. Eminim, söylediği gibi “Peynirim’i bir daha asla göremeyeceğim”, sonradan idrak ediyordur. Kayıplar öyle bir şey, asıl acı çok daha derinde kalıyor. Onu bile yaşamak için zamana ihtiyaç duyuyoruz. Ben peyniri seçmedim. Benim için Kattrin ve Rahip konuşmamalıydı. Sadece belki de ölmemiştir diye dileyip taş makas oyununu oynadım. O niyetle içimden geçirerek yaptığım bir şeydi, bu oyun da Işıl’ın hoşuna gitti ve satın aldı. Kaldı öyle. ( Bu sorunun cevabına başlamadan gözlerinden bir gölge geçtiğini gördüm. Yakın zamanda kaybettiği annesini düşünerek bu soruya yanıt vermiş olabileceğini hissettim, gölge onun gözlerinden benim gözlerime geçti…)

Savaşta kadın bedeni savaş alanının kendisi oluyor… Biliyor muyuz acaba Cesaret hiç tecavüze uğradı mı? Savaş alanlarında dolaşan bir kadının tecavüze uğramaması mümkün mü?

Savaş hızla her yere yayılır.  Cesaret de yaşama savaşına devam eder. Bu arada rahip onunla ilgilenmektedir. Sonra çıkagelen aşçıbaşının da ona ilgisini görürüz. Cesaret o şartlarda kadınlığını ne kadar hissedebiliyor sizce?
Yvett’in söylediği bir şarkı var: “Kardeşçe düzdüler hepimizi” Bu çocukların nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrimiz yok. Acaba Yvett kimin şarkısını söylüyor? Savaşta kadın bedeni savaş alanının kendisi oluyor… Biliyor muyuz acaba Cesaret bu çocukları nasıl doğurdu? Onun babası şu, bunun bu gibi anlattıkları doğru mu? Biliyor muyuz acaba Cesaret hiç tecavüze uğradı mı? Savaş alanlarında dolaşan bir kadının tecavüze uğramaması mümkün mü? Buna rağmen o çocuklara sahip çıkan bir kadın mı o? Kadınlık iki adamı da eşit mesafede tutmasına yarıyor. Onu da niye yapıyor? Arabayı çekecek biri lazım, rahip var, rahip giderse aşçıbaşı da güçlü kuvvetli bir adam. Ne yazık ki ona sahip çıkacak bir adam lazım, rahip veya aşçı. Üstelik bence hepimiz o şartlardayız, bence oyunun en hoş tarafı o… Bugün her dakika karşımıza bir sürü engel çıkmıyor mu?

Çok doğru. Biz modern şartlarda yaşıyor gibi görünsek de kadın hala yağmalanan, yağmalanmak istenen bir savaş alanı maalesef… Üstelik her gün daha da geriye gidiyoruz, hepimizi evlere kapatmak istiyorlar!

Evet. Bence oyundaki kilit anlardan biri de şu: Cesaret, oğlu askere gidince güç olarak kayba uğruyor ama aslında Eilif sayesinde garnizonun içine girmiş oluyor. Peki o garnizonun içinde kızını nasıl koruyacak? Hele küçücükken kızın ağzının içine bir şey sokmuş bir askerden bahsediyor. Ne soktu acaba? Aslında farklı okumalara açık bir metin. Işıl her zaman durumları çok iyi netleştiren bir yönetmendir. Ama bu oyun bir kadın yönetmen tarafından sahnelenseydi belki bunların altını daha da çizerdi. (Işıl beni öldürecek diyor gülerek)

Üstelik bunlar hep üstünü örttüğümüz ama daha çok konuşmamız gereken konular!
Bir de bana göre Cesaret’te, belki çok belirgin olmayan, kadın bedeninin nasıl kullanıldığına dair bir soru var.

Bende izlerken bunu çok düşündüm. Anne ya da değil, sonuçta o bir kadın ve neler hissettiğini merak ettim.
Bir de travma geçirmiş bir kızı var. “Beynimi deliyorum anlamak için anlayamıyorum. Sadece tek bir gece dışarıda kaldım” diyor. Zaten hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Bu çok yaptığımız bir şey değil mi? Sürekli artan ensest, cinsel taciz haberleri görürken biz de yok saymıyor muyuz?

Hatta Kattrin mal götürme aşamasında saldırıya uğrar. Cesaret “benim için tarihi an kızımın gözünü patlattıkları an” der.

Maalesef herhangi bir olumsuzluk bize değdiği an acısını hissediyoruz. Herkes Kattrin kadar güçlü olabilirse o zaman Cesaret üç çocuğunu yitirdikten sonra “heyy size katılıyorum” demez…

Eğer hepimiz barışı istiyor olsaydık niye Türkiye’nin güneydoğusunda hala kan dökülüyor? Kimlerin işine yarıyor? Ya da o silahları kimlerden alıyoruz acaba? Bugün Brecht’in yaşadığı dönemden daha da karışık. Şimdi kim kime çalışıyor onu bile bilmiyoruz. Artık hepimizin eli o kadar kirli ki…

Ve barış patlar. Cesaret’in malları elinde kalır, Cesaret barışa sevinemez. Sizce insan kendi yaşamı söz konusu olunca doğru olanla ilgisini keser mi? Barış normalde nasıl istenmez?
Eğer hepimiz barışı istiyorsak niye Türkiye’nin güneydoğusunda hala kan dökülüyor? Kimlerin işine yarıyor? Ya da o silahları kimlerden alıyoruz acaba? Bugün Brecht’in yaşadığı dönemden daha da karışık. Şimdi kim kime çalışıyor onu bile bilmiyoruz. Artık hepimizin eli o kadar kirli ki…

Barışı zarar görmeden atlatmak için Cesaret elindeki malları satmaya gider. O sırada asker oğlu Eilif gelir ama annesini göremez. Eilif kurşuna dizilir.

O da hoş bir tersinleme. Savaşta kahramanlık olan şey barışta canına mal oluyor. Bunun için ona madalya takmışlardı, koşul değişti, aynı şey idam ettiler. Çok yakınımızda değil mi?

Ama barış bitip savaş yine patlak vermiştir. Aşçı işsiz kaldığı için Cesaret’e gelir, yola birlikte devam etmeye karar verirler. Aşçıya annesinden bir lokanta kalınca Cesaret’e “birlikte gidelim ama kızın olmadan” der. Cesaret kızını bırakmayı düşünmüş olabilir mi?
Bir an bile düşünmüyor. Cesaret’in belki de tek olumlanacak tarafı analığı. Çalıyor, çırpıyor, her türlü ahlaksız eylemi yapıyor ama çocuklarına hep sahip çıkıyor. Nitekim “boşver ne bok yerse yesin” diyor.

Cesaret kızıyla birlikte yola devam eder. Büyük karargahın bulunduğu bir kente giden köyde dururlar. Askerler Cesaret yokken baskın yaparlar. Köylülerin kendi canlarından çok havyalarının canını düşündüğünü görürüz.

Orda köylülerin hayatta kalma çabalarını görüyoruz. Hepimizin zaafları var. Oyun zaten bunu anlatıyor: Üç gün beş gün yaşamak için binlerce insanın hayatını tehlikeye atıyorsunuz ama unutmayın ki bir gün sizde böyle öleceksiniz. Eğer ki Kattrin olmazsa, eğer ki o suskun kalabalıklar dile gelmezse…

Kattrin askerlerin niyetlerini anlayıp dama çıkar ve davulu çalar. Böylece başka insanları kurtarır. En sonunda öldürülür. Cesaret geldiğinde onu ölü bulur. Cesarete köylüler “gideceğin yer var mı?” dediklerinde ise “evet, oğlum Eilif var” der. Onun öldüğünü bilmemektedir. Ve yola devam eder.
Eilif’in öldüğünü bilse belki farklı davranırdı. Her şeyini kaybetmiş olduğuna nihayet ikna olsa belki? Eilif’in en sevdiği çocuğu olduğunu itiraf ediyor. En çok kendisine yakın hissettiği çocuğu olduğu için ve hayatta olduğunu düşündüğü için yola devam ediyor.

Bu oyun yazıldığında 2.Dünya Savaşı henüz başlamamıştı. Brecht “ uyanın hey millet” demek için bu oyunu yazmıştı ama savaş çıktı. 3. Dünya Savaşı çoktan dünyanın çeşitli yerlerinde küçük küçük yaptırılıyor. Bugünkü bu korkunç silah teknolojisini geçin dünya nimetlerini öyle eşitsiz paylaştık ki bugün her şeye dur desek dünyanın ne kadar dayanabileceğinin garantisi yok.

Bu oyunun bugünde oynanmasının sizce anlamı nedir?
Değişen hiçbir şey yok ki! Hatta çok daha kötü. Bu oyun yazıldığında 2.Dünya Savaşı henüz başlamamıştı. Brecht “ uyanın hey millet” demek için bu oyunu yazmıştı ama savaş çıktı. 3. Dünya Savaşı çoktan dünyanın çeşitli yerlerinde küçük küçük yaptırılıyor. Bugünkü bu korkunç silah teknolojisini geçin dünya nimetlerini öyle eşitsiz paylaştık ki bugün her şeye dur desek dünyanın ne kadar dayanabileceğinin garantisi yok.

Oyunla ilgili nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Çok rastlaşma şansım olmadı ama belki Semaver’in ekibinin duydukları şeyler vardır. Ama oyun finalinden “iyi ki bu işi yapmışız, iyi ki bu aynaya hep beraber bakmaya cesaret edebilmişiz” diyoruz. Ama bir şey değişir mi? Brecht yazdığından beri bir şey değişmemiş…

Yine de söylemeye devam etmek lazım…Televizyonda çok yer almasanız da” televizyonda olmak tiyatroda olmak” sizin için duygu karşılıklarını öğrenebilir miyim?

Hem çok birbirlerine benziyorlar hem hiç benzemiyorlar. Tiyatroda ben seyircinin gözünü görüyorum, nefesinden güç alıyorum. Benim yaptığım işi seyirci tamamlıyor. Kanaviçe gibi, üç beş iplik ben atmışım ama o devam ediyor. Birlikte başka bir yolculuğa gidebiliriz. Televizyon öyle değil. Tiyatroda büyük yönetmenler çağında isek de oyuncunun yaratma alanı orası. Sinema ve televizyonda oyuncu icracı haline geliyor. Tiyatroda hiçbir şey bilmiyoruzdur ama öyle ya da böyle bir ev yaparız, beğenmeyiz bir daha yaparız. Beraber bir yemek yaparız, bir içki, bir sigara paylaşırız… Seyircisiz bir tiyatro olamaz. Tabi ki bir oyuncu için tiyatro daha doyurucu bir şey. Sanal bir internet aşkıyla kanlı canlı bir aşk arasındaki fark gibi. Orada birlikte üretme, paylaşma var. Tam da bu yüzden tek umutlu olduğum şey bu! Hepimizin bu paylaşıma ihtiyacı var. İnsan olduğu müddetçe tiyatro bitmez. Benim sizi, sizin beni görmeye ihtiyacımız var.

Özlem’ce Tilbe Saran:

Çok yalnız bir çocukmuş. Tek çocuk olduğu için el ve ayak parmakları en iyi arkadaşları olmuş. Onu tiyatroya bilmeden sürükleyen bir çocukluk anısını anlatıyor: “Televizyonda bir sirk programı vardı. Kimse akraba değil ama büyük bir aileler. Bu benim özlemini duyduğum bir şeydi.” O yalnız çocukluk ona kalabalık ve birlikte üretme isteğini aşılamış. Farkına sonradan vardığı en önemli şeylerden biri ise annesinin dileğini yerine getiren bir kız çocuğu oluşuymuş. Çünkü annesi Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde liseye gitmiş. Tiyatroda oynamış ve yetenekliymiş. Konservatuar kurulurken annesi de davet edilmiş. Ama babası “kızımı harcayamam diyerek” çok istemesine rağmen izin vermemiş. “Annem yıllarca söylemedi, resimlere bakarken öğrendim. Kaldı ki bana çok karşı çıktı. Babasından devir aldığı endişeyi paylaştı ama sonra çok yanımdaydı.” diye genlerinden gelen mirası anlatıyor. O yalnız kız çocuğu kendini çoğaltmayı o kadar istemiş ki bugün insanları çoğaltan bir tiyatro sanatçısı olmuş. Hayatta onu çoğaltan şeyleri de şöyle sıralamış: “Adalar, ağaç dipleri, artık rastlayamadığı kirpiler, ateşböcekleri, kaplumbağalar,gemi sesleri, Orhan veli şiirleri, müzik, ,edebiyat, iyi bir sohbet ve elbette sanat.” En büyük hayali Hedda Gabler’i oynamakmış. Bu yıl Belçika’da bir Türk yönetmenin çekeceği bir filmde oynayacakmış. Ayrıca 2009-2010 Fransa’daki Türkiye sezonu projelerinin birinde yer alacakmış.