Tadına Doyulmaz bir Tilbe Saran ile: “Cesaret Ana ve Çocukları”

Üstün Akmen ~ 3 Şubat 2009

Prömiyerini 16. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’nde yapan ve ardından 13. Ankara Uluslararası Tiyatro Festivali’nde sahnelenen Semaver Kumpanya yapımı “Cesaret Ana ve Çocukları”, şimdilerde Akatlar Kültür Merkezi’nde seyircisiyle buluşmakta. “Cesaret Ana ve Çocukları/Mutter Courage und Ihre Kinder”, Bertold Brecht’in (1898-1956) 1939 yılında yazdığı bir tarih oyunu. Brecht’in “Bir gün dünyada savaşlar bitecek, silahlar susacak diye umutlanır dururuz. İyi yürekli ve saf insanlarız çünkü. Nasılsa ölmedik henüz; bir mermi göğsümüzü delmedi daha, bir mayına basıp paramparça olmadık, kolumuz bacağımız kopmadı… O yüzden umudumuz taze hâlâ, inancımız tam: Bir gün savaş bitecek, gözyaşları dinecek! Kime sorsan savaş için böyle diyecek. Hepimiz iyi yürekli ve saf insanlarız çünkü. O zaman neden her gün bir yerde bir savaş patlak veriyor? Neden onlarca, yüzlerce, binlerce insan ölüyor savaşlarda ve neden biz iyi yürekli ve saf insanların sesi çıkmıyor hiç? Neden? Herkes iyi yürekli ve safsa kötüler kim peki? Savaşı isteyenler kim? Savaştan geçinenler? Savaşla beslenenler? Din uğruna, vatan uğruna, özgürlük uğruna, demokrasi uğruna hayatlarını, çocuklarını, ana babalarını, sevdiklerini yitirenler kim? Peki ya kazananlar? Kârlı çıkanlar da var mı bu işten? Bütün bunlar ne uğruna? Para mı, çıkar mı, iktidar mı, egemenlik mi? Peki bütün bunlar için savaşa değer mi,” gibi tümceleriyle bezeli eski masalı, Semaver Kumpanya’nın çağdaş yorumu ile birleşmiş ve gerçekten de belleklerde yer edecek bir oyun haline gelmiş.

“Cesaret Ana ve Çocukları” oyunu Otuz Yıl Savaşları sırasında, 1624–1636 yılları arasında geçmekte; Anna Fierling (Tilbe Saran), yanında evlilik dışı oğulları Eilif ve Schweizerkas ile dilsiz kızı Kattrin olduğu halde, dükkan olarak kullandığı çadır arabasıyla, askerlere satış yaparak geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Bir keresinde, 50 somun ekmekle ateş altında Riga’dan çıkmayı göze aldığı için kendisine “Cesaret Ana” adı verilmiştir. İsveç’te oldukları bir sırada, Cesaret Ana’nın büyük oğlu Ellias’ı askere alırlar. İki yıl sonra, İsveç ordusunun ardı sıra Polonya’ya geldiklerinde, Cesaret Ana büyük oğlunun komutan payesiyle ödüllendirildiğini görür. Cesaret Ana’nın küçük oğlu Schweizerkas da askere alınır ve dürüstlüğünden dolayı İsveç birliğinin kasa sorumlusu olur. Ancak baskın verildiğinde, Schweizerkas Katolik ordusundan kasayı saklar, bu nedenle yakalanıp kurşuna dizilir. Cesaret Ana geç kalmış, rüşvet vererek oğlunun canını kurtaramamıştır.

Oyunun tamamını özetlememe sanırım gerek yok. “Cesaret Ana ve Çocukları” Brecht’in bilinen bir oyunudur, bu nedenle bilenler bilmeyenlere anlatabilir, bilmeyenler çoğunluktaysa, yani bilen yoksa tüm bilmeyenler gidip Semaver Kumpanya’da oyunu izleyebilir. Savaşı kendine ticaret aracı olarak gören ve savaş yüzünden çocuklarını yitirdiği halde bundan hiç ders çıkarmayan; savaşın sırtından geçinip ayakta kalabileceğini sanan, oysa savaşın kendi sırtından ayakta kaldığını göremeyen Cesaret Ana’nın öyküsüdür Brecht’in anlattığı.

“Cesaret Ana ve Çocukları” iyi çalışılmış, Tilbe Saran gibi bir “fenomen” oyuncudan da güç almış fevkalade parlak bir yapım. Kuşkusuz, oyunun yazılış yıllarından bu yana çok şey değişti. Bugün, içinde olalım ya da olmayalım, dehşetiyle dünyayı tehdit eden yeni savaşlar var. Halklar, asla savaş yanlısı değil. Ama yaşam öylesine sıkıntılarla dolu ki! Bir yandan ekonomik kriz insanları darboğazlarda boğazlıyor, diğer taraftan bir de bakıyoruz ki savaş ekonomisi ekonomik krizi solluyor. Kimileri batıyor, ama kimileri de çıkıyor, zengin oluyor. Bertold Brecht, “Cesaret Ana ve Çocukları”nda kapitalizmin var olabilmesi için savaşın gerekliliğini vurguluyor ve bir kez daha haklı çıkıyor. Öyle değil mi ama? İnsanlar çocuklarına gelecek zararı hesaplayarak, zarar hesabıyla cüzdanını şişirecek kazancı orantılayarak savaşın nimetlerine sarılmaya ya da savaşı lanetlemeye karar vermiyorlar mı?

Paul Dessau’nun müzikleri, sanki sahne dekoru gibi, seyirciye kendince tamamlayacağı bir şeyler bırakıyor. Seyirci dinleme sırasında, sesleri ezgiyle birleştiriyor. Dolaysız bir biçimde aksiyondan kaynaklanmayan ya da aksiyondan kaynaklansa bile açıkça ondan ayrı kalan şarkılar bunlar. Dessau’nun müziği, hiç kuşkum yok, oyuna güç katıyor.

Yavuz Pekman oyunun çevirisini fevkalade akıcı bir dil kullanarak gerçekleştirmiş. Dramaturgi olarak oyuna katkısı da sanırım üst düzeyde olmuştur. “Sanırım” ne kelime, bundan eminim. Işıl Kasapoğlu oyundaki alaycılığı sınırları içinde tutmuş. Yukarıda da değindiğim gibi, müziği aksiyonun gerçekliğinden ayrı hesaplamış. Yaratıcı kadronun müdahalesiyle oluşan farklı bileşenleri bir araya getirmiş, aralarında eşgüdüm sağlamış. Amacı opera yapıtlarının sahneye konuluşunda rastlanıldığı gibi iç içe bir bütün sağlamak ya da tam tersi Brecht’in isteği doğrultusunda her sanatın özerkliğini koruduğu bir dizge kurmak olsa da, farklı sahne ögeleri arasındaki bağıntı konusunda karara varmış. Bu karar mertebesi, küresel anlamın üretilmesinde belirgin biçimde etkili olmuş.

Bilenler bilir, oyunda Cesaret Ana’nın zamanda ve cepheler arasında sürekli yol kat etmesi gerekmektedir. Cem Yılmazer, dekor tasarımında bu dairesel yolu bir anlamda fasit daire olarak düşünmüş ve pek de güzel başarmış. Cem Yılmazer’in düzenlemesi rejiye ve oyunculara sadece biçimsel olanaklar sağlamakla kalmamış, oyunun içeriğiyle de organik bağ oluşturmuş. Aslı Ataseven de, kostüm ve aksesuarlarını çok güzel seçmiş. Savaşın berbatlığını, iğrençliğini, tiksindiriciliğini seyirciye çok güzel yansıtmış. Gene Cem Yılmazer imzalı ışık tasarımı da iyi. Keşke tepe ışıklarını zaman ve mekan değişikliği ve atmosfer yaratmada yardımcı olarak kullansaymış diyeceğim ya, neyse! Böylece gölgeleri yok edebilir, atmosferi, tonlamaları tamamlardı diyeceğim, diyeceğim demesine de, adama derler ki sana ne! Öyle ya bana ne(!).

“Cesaret Ana ve Çocukları”nda oyuncular tam bir kolektif başarı örneği vermekte. Yvette’de Burcu Doğan, Çavuş/Teğmen’de Nadir Sarıbacak, Yaşlı Kadın/Köylü Kadın’da Özlem Durmaz, Rahip’te Tansu Biçer, General/Genç Adam’da Ümit İlban Işıl Kasapoğlu’nun istediği biçim ve biçem içinde görevlerini (hiç abartmadan) söylüyorum kusursuz yapıyorlar. Ahmet Kaynak, Eilif’in bütünlüğünde toplanan çatışmaları, bütün bunları çözüntüye uğratan nedenleri titizlikle yorumlamış. Sarp Aydınoğlu, Schweizerkas’ın bireyin, toplumun tragedyasını yansıtmasını, estetik değerleri sürekli yüksek tutarak sahneye aktarmış. Serkan Keskin, Aşçı’ya durgun, duru, titiz bir oyunculukla can veriyor. Öyküm Elif Erdoğan, dışsal olguların altında gizli bir nehir gibi akan Kattrin’in o canlı ruhunu seyirciye pek güzel aktarıyor.

Tilbe Saran’a gelince… Tilbe Saran her görev aldığı tiyatro oyununda olduğu gibi, bu kere de Cesaret Ana’nın tutkularını sahnede seyirciye sunmadan önce, karakteri belli ki düşünce soyluluğunun süzgecinden pekiyi süzmüş. Yeğinliğini, tonunu, konuşma akışını, “dil ötesi” jestlerini mükemmel çeşitlendirmiş. Cesaret Ana’yı daha iyi belirginleştirebilmek için kendi sesinin parametrelerini değiştirme sanatına sahip enderlerimizden biri olduğundan, sadece bedensel tavrı, jestüeli, mimikleri, “psikolojik jesti” değil, birlikte oynayacağı kişi/lerin ses kimliklerini de araştırmış.

Tilbe Saran, bütün bu yetenekleri yetmezmiş gibi, bu oyunda bilgilerin anlatımbilimsel bildirişimini aşan ve sesin bedensel özdekliğini ve onun öngörülemeyen, hatta betimlenmesi mümkün olmayan etkilerini de oyununa katık ediyor, oyuna katıyor. Başarıyla kullandığı etki ve efektler yardımıyla izleyiciye doğrudan ulaşma yeteneğini de cömertçe sergiliyor.

Tilbe Saran, “Cesaret Ana ve Çocukları”nda da tadına doyulmaz bir oyunculuk örneği veriyor.