Sahnedeki Martılar
Şebnem Atılgan ~ tiyatronline.com / 7 Haziran 1999
Önce, Martı’nın kahramanları ile tanışalım: İrina Nikolayevna Arkadina: (kocasının soyadıyla Repleva) aktrist, Konstantin Gavriloviç Treplev: Arkadina’nın oğlu, bir genç, Pyotr Nikolayeviç Sorin: İrina Nikolayevna’nın ağabeyi, Nina Mihalayeviç Zareçnaya: zengin bir çiftlik sahibinin genç kızı, İlya Afanasyeviç Şamrayev: emekli üsteğmen, Sorin çiftliğinin kahyası, Polina Andreyevna: İlya Afanasyeviç’in karısı, Maşa: Şamrayevlerin genç kızları, Boris Alekseyeviç Trigorin: yazar, Yevgeni Sergeyviç Dorn: doktor, Semyon Semyonoviç Medvedenko: öğretmen, Yakov: işçi, aşçı ve hizmetçi.
Oyunda ilk sahnedeyiz: ‘’Sorin’in çiftliğinde bahçenin bir bölümü. İki yanı ağaçlı geniş bir yol gerideki göle doğru uzanır. Bir amatör tiyatro gösterisi için yapıldığı belli derme çatma bir sahne gölün görünmesine engel olmaktadır. Sahnenin sağında solunda fundalıklar. Birkaç iskemle ve küçük masa. Güneş az önce batmıştır. Amatör tiyatro gösterisi için hazırlanmış sahnenin inik perdesinin arkasında Yakov ve öteki işçiler çalışmakta, çekiç ve öksürük sesleri işitilmektedir. Parkta bir gezintiden dönen Maşa ile Medvedenko soldan gelirler.’’
Her şey, Sorin çiftliğinde yaşanır. Perdenin ilk açılışında karşımıza Maşa ve Medvedenko çıkar. Maşa, Arkadina’nın oğlu olan Treplev’i sevmektedir. Ancak Treplev bu aşka cevap vermez. Onun kafasını yalnızca tiyatro meşgul etmektedir. Bir de, sahneye koyduğu oyunun genç, güzel ve saf oyuncusu Nina. Maşa, umutsuz aşkını yenmek için Medvedenko ile evlenecektir. Yazar, oyunda henüz ilk satırlarda ‘’Martı’nın kim olduğu konusunda izleyiciyi düşündürtmeye başlar. Oyunun hemen başında, bu umutsuz aşk, ilk ‘martı’ adayının Maşa olduğunu hissettirir izleyiciye. Ancak gelişen olaylar, Sorin çiftliğinde yaşayan bu insanların, aslında hepsinin birer ‘martı’ olduğunu gösterecektir. Kırılgan, uçamayan, yalnızca gölün kıyısından çığlıkları duyulan martılar.
Kent Oyuncuları’nın Martı’sı
Çehov’un Martı’sı, izleyiciye 11. Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında, Kent Oyuncuları tarafından sunuldu. Behçet Necatigil’in çevirisi ile sahnelenen oyunun yönetmeni, Jossef Raikhelgaouz’du. Duygu Sağıroğlu’nun dekorunu yaptığı oyunun kostüm yapımcısı ise Sevim Çandar’dı.
‘Martı’nın 11. Tiyatro Festivali’ne renk katması iki özellikle de destekleniyordu: birincisi Martı’nın yüz yaşını aşmış bir oyun olması, ikincisi ise Kent Oyuncuları’nın ellinci sanat yılı kutlamalarını ‘Martı’ ile yapmak istemeleri. Böylece ‘Martı’, Kent Oyuncuları’nın performansıyla, festival izleyicisine ‘Kent Oyuncuları’nın Martı’sı olarak ulaştı. Tabii yönetmen Jossef Raikhelgaouz’un rejisiyle. Çehov’un Martısı’nı bekleyen festival izleyicileri ise, yeni Martı’nın komik, güldüren yanına takılmış, yine de seyrettiğinden zevk almayı düşünerek izledi oyunu. Böylece ‘Martı’ geride ‘Kimin Martısı’nı izledik?’ sorularını bırakarak kapattı perdesini. Belki de bu ‘Martı’nın kazandırdığı en iyi sonuç, asıl ‘Martı’yı merak ettirmekti. Bu tabii, kurcalamayı seven izleyici için geçerli. Oyun, bir Çehov oyunuydu. Ve yazar, metninde kendi ‘Martı’sını anlatmıştı seyirciye, üstelik uzun bir süre sonra ve Moskova Sanat Tiyatrosu’nun sahnelemesiyle. Oyun ilk sergilenişinde izleyiciye anlaşılır gelmemişti çünkü.
Kent Oyuncuları’nın, Jossef Raikhelgaouz’un yönetmenliği ile sunduğu ‘Martı’, oyuncuların starlığı ile ‘hangi martı doğruydu?’ sorusunu biraz hafifletiyor belki. Yine de oyun, festival izleyicisinin kafasında -genç bir izleyici olarak bende de- bu usta kadronun sunduğu Martı’nın ‘Çehov’un Martısı’ olup olmadığı konusunda soru işaretleri bırakıyor.
Oyun Üzerine Birkaç Söz;
‘Kent Oyuncuları’nın Martısı’nı izledikten sonra, gerçek Martı’yı merak edip, oyunla ilgili yayımlanan yazıları gözden geçiriyorum: Tiyatro Tiyatro dergisinin yazarı Umut Kürekçioğlu bu Martı’dan memnun. Kürekçioğlu Çehov’un Martı’sını şöyle tanımlıyor: ‘Çehov ilk Martı’da zamanını boşa geçiren, çalışmayan ‘eski kuşağın’ yozlaşmasını, onları bir çeşit çöküntü hali içinde göstererek anlatıyor. Bıkkınlık uyandıran sözlerle sürekli konuşup, aşırı müdahaleci bir takım tavırlarla kendini yetiştirmeye, yeni ifade biçimleri yaratmaya, yeteneklerini geliştirmeye çalışan ‘genç’ insanlara, eskilerin verdiği zararı anlatıyor.’ Bu, oyun içinde en önemli temalardan biri. Çünkü Çehov’da, Martı’nın ilk sahnelenişinde aynı güçlükle karşı karşıya kalıyor. Devam ediyor yazar: ‘Oyunun temelinde eski ve yeni var. Treplev, yenilik isteyen genç kuşağı temsil ederken, Trigorin, alışılagelmiş düzenin tutuculuğunu vurgulamanın aracı olarak karşımıza çıkıyor. Pek çok yenilik istiyor ancak gerçekleştirecek gücü yok! Açıkçası bir yenilikçiden beklenmeyecek bir hızla ölüme gidiyor. Bu iki yazar Çehov’un iki yüzünü oluşturuyor. Başka bir Tolstoy olamayacağının farkına varan yazar, gerçekliğin cılkının çıktığı düşüncesiyle yeniliğe yöneliyor. Ancak gerçeklikle olan bağlarını koparamadığını görüyor: ‘Yeni biçimlerden çok söz etmek isterdim ama beylik yazına kaydığımı görüyorum. Yerin dibindeymişim gibi üşüyüp duruyorum. Bütün yazdıklarım kuru, katı ve kapkara.’
Bunlar, Çehov’un Martısı’nda Treplev’e söylettirdiği sözler. Aynı replik, Kent Oyuncuları’nın Martısı’nda da var. Ancak, az önce Umut Kürekçioğlu’nun anlattığı ikilemi eski ve yeni- izleyip, yakalamakta zorlanıyorsunuz. (Ya da bu ve diğerlerini yakalamak ve aslında Çehov’un üstünde ısrarla durduğu, oysa bu oyunu izlerken ‘acaba şunu mu anlatıyor?’ sorularına cevap bulmanız için usta bir izleyici olmanız bekleniyor sizden )
Bir de oyunun komik yanı var. Martı’da bazı replikleri dinlerken güldünüz/güldürtüldünüz, sonra benim gibi ‘neden güldüm?’ merakına kapıldıysanız Kürekçioğlu’nu okumaya devam edelim: ‘Bir grup insan göl kıyısındaki köy evinde buluşmuş, yaşamlarının boğucu atmosferinden kurtulabilmenin yollarını araştırıyor. Dolaylı anlatım yollarıyla anlatılan gerçek, görünenin arkasına saklanıyor: Ortaya bir tür ‘komedi’ çıkıyor; ancak bu uyumsuzlukları göstermek suretiyle yaratılan buruk bir komik… İnsanın yaptıklarıyla yapmak istedikleri arasındaki uyumsuzluktan çıkarılan, son derece can sıkıcı bir durum.’ Burası oldukça önemli: ‘Yani, Çehov komedi dediği için ‘Martı’yı bulvar komedisine çevirmek, gereksiz ve abartılı bir durum komikleriyle bütünlüğü bulandırmak bu metin açısından doğru olmaz. ‘Martı’ insan yaşamının saçmalığının kanıtı, parmak arasında uçuculuğunun göstergesi olarak kabul edilmeli. Çehov oyunlarının tümünün yorum başarısındaki sırrı psikolojik derinliği yitirmemek ve anları kaçırmamak, doğru senkronlar yaratmak olacak’
Bir başka bakış: Mehmet Esatoğlu’nun İnsancıl’a yazdığı ‘Çehov Aslında Sizi Anlatıyor’ yazısı, ‘gerçek Martı’yı arayanlar için okunması gereken bir eleştiri: ‘. Tiyatro sanatçısı bir kadınla oğlu ve her ikisinin de özel yaşamlarında kişilerle aralarındaki ilişkilerin ön planda sergilendiği oyun, bir yandan da onların çevresinde ki dönemin tipik Rus insanlarını anlatıyor olması.’
Estaoğlu, Çehov Martısı’nı şöyle tanımlıyor: ‘Çehov, bu oyununda işlediği karakterlerle yaşadığımız yüzyılda karşımıza çıkan insan davranışlarının adeta bir sentezini sunuyor. Arkadina, Nina, Polina, Maşa, sevgileri, düş kırıklıklarıyla tepkileri, Treplev. Trigorin, Dron, Sorin ve Şamrayev hırsları, bencillikleri, asalaklıkları ile sanki yüzyılımızın insan davranışlarını çeşitliyor.’
Mehmet Esatoğlu’da her yönetmenin kendi ‘Martısı’ üzerinde duruyor: ‘Yönetmenler, dünyanın neresinde olursa olsun ‘Martı’yı ele alırken ister istemez bir hesaplaşma içine giriyorlar. Sanatçı olarak içinde bulunduğu sisteme tepki duyanlar Treplev’in yanında yer alırken, yaşama sistemin penceresinden bakanlar Trigorin yanlısı olamasalar da onun kimi çıkarcı tutumlarının altını çizmekten kaçınıyorlar.’
Mehmet Esatoğlu’ndan son bir paragraf: ‘Kimi yönetmenler ise her iki karaktere de eleştirel bir tutumla yaklaşıyorlar. Onlara göre, Trigorin yaşamda hazır yiyici, sanatında ise şabloncu ve kolaycı biridir ama Treplev’in de yaşama karşı acizliğinden ötürü pek savunulacak bir yanı yoktur. Oyun yeniyi yaratma sancıları içindeki Treplev’in hazırladığı bir gösteriyle başlar. O civarda tiyatro sanatçısı olma düşleriyle kıvranan Nina’nın tek başına oynadığı bir gösteridir bu. Treplev’in annesi Arkadina, erkek kardeşi ve dostları gösterinin izleyicileridir.’
Treplev, Martı’da ana temanın kahramanı. Bu nedenle yönetmenin, Treplev’ı nasıl okuduğu oldukça önemli. Kimi eleştirmenlerimiz Rus yönetmenin okuma şeklini şöyle tanımlıyor: değişik bir biçimde okuma. Hemen altta bu saptamanın cevabını veriyor Esatoğlu: ‘bir metin sahnelenirken değişik nasıl okunabilir? Varolan duruma yeni bir açılım getirerek. Yönetmen, Treplev’in hazırladığı oyunu ‘komikleştirerek’ yeni bir okuma getirmediği gibi öncelikle Çehov’a ters düşerek işe başlıyor.’ (Yazının devamında bu düşüncesini destekliyor Mehmet Esatoğlu. Okumak isteyenler birer İnsancıl Dergisi edinmeliler.- Mart ’99, sayı 101)
Martı’nın Sonu
Bu, sanırım sahnede ne görmek istediğinizle bağlantılı. Bu görme işlemi de en çok yönetmenin işi. Çünkü hepimiz tiyatroya, bir yönetmenin ‘reji’sini izlemeye gidiyoruz. Kendimiz yeni bir reji üretmeye değil. Yine de Esatoğlu’nun sorusuna katılmamak mümkün değil. Bu durumda ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: Kent Oyuncularının Martısı, ‘değişik bir biçimde okunan bir Martı mıydı?’ Eğer, sorunun cevabı evetse, yeni Martılar izlemeye devam edeceğiz demektir. Tıpkı, Faust gibi.
Gerçek Martı’ya gelince. Oyun bittiğinde, herkes kendi Martısı’nın kim olduğa karar vermişti. Bu sorunun cevabını kendinize saklayabilirsiniz. Bense şöyle düşünüyorum: Gerçek Martı, Treplev’di. Çünkü o, bir sabah göl kıyısında vurduğu martıyı, derme çatma tiyatro sahnesinin dekoruna savurup atacak kadar cesurdu. Ölmeyi tercih edecek kadar da kararlı. Üstelik bunu itiraf da ediyordu:
Treplev: (Şapkasız, elinde bir tüfek ve vurulmuş bir martıyla girer.) Yalnız mısınız burada?
Nina: Evet, yalnızım.
(Treplev: Nina’nın ayakları dibine bırakır martıyı.)
Nina: Bu da ne demek oluyor?
Treplev: Bugün bu martıyı öldürmek alçaklığında bulundum. Onu ayaklarınızın dibine bırakıyorum.
Nina: Neyiniz var sizin? (Kaldırıp bakar martıya)
Treplev: (Bir sessizlikten sonra) Yakında kendimi de böyle öldüreceğim.
Nina: Sizi tanıyamıyorum.
Treplev: Doğru, ama ben de sizi tanıyamamaya başladıktan sonra. Bana karşı değiştiniz, bakışlarınız yabancı, varlığım sıkıyor sizi.
Nina: Son zamanlarda çok alıngan oldunuz. Söyledikleriniz anlaşılmayan bir takım şeyler, simgeler. Bakın işte, bu martı da bir simge olsa gerek, ama bağışlayın, anlamıyorum onu. (Martıyı kaldırıp bankın üzerine koyar.) Sizi anlayabilmek için fazla basitim.
Treplev: Oyunumun öyle aptalca başarısızlığa uğradığı akşam başladı bu. Kadınlar başarısızlığı bağışlamazlar. Hepsini yaktım onun, hepsini, tek bir kırpıntı kalmamacasına. Ne kadar mutsuz olduğumu bilseniz! Bana karşı bu soğukluğunuz öyle korkunç, öyle akıl almaz bir şey ki!.. Sanki bir gün kalkıp da bu gölün kuruduğunu ya da toprağın içine süzülüp gittiğini görüyormuşum gibi. Az önce beni anlayabilmek için fazla basit olduğunuzu söylediniz. Oh, ne var anlamayacak burada? Oyunum beğenilmedi, sanatımdan nefret ediliyor, beni sürüsüne bereket, sıradan değersiz biri olarak görüyorsunuz. (ayağını yere vurarak) Ne kadar iyi anlıyorum bunu, nasıl anlıyorum! Beynime bir burgu gibi işleyen bu düşünceye de, kanımı bir yılan gibi emen gururuma da lanet olsun. (Bir kitap okuyarak gelen Trigorin’ı görür) İşte gerçek yetenek geliyor: yürüyüşü Hamlet gibi, elinde de kitapla! (Oynar) Sözcükler, sözcükler, sözcükler’ Güneş henüz ulaşmadı size ama, gülümsüyorsunuz şimdiden, bakışlarınız onun ışınlarında erimeye başladı bile size engel olmayayım. (Hızla çıkar.)
Sanırım Çehov’un martısı da Treplev’di. Yani kendisi. Tabii Çehov, Martı’da aldığı tepkiler karşısında çok üzülmüştü ama intihar etmeyi düşünmedi hiç. (Çehov, karar verememiş ve oyuna kendisi olan bir Martı daha koymuştu: doktor.)
Sahnede Bir Martı: Tilbe Saran
T.O: Tüm festival boyunca iyi bir izleyici vardı. Ne dersiniz?
Tilbe Saran: Evet. İyi bir izleyici vardı. Bu Martı için de özellikle Çehov’u tanıyan bir izleyici kitlesi olarak düşünülebilir. Bu, Martı’yı izleyen insanların reaksiyonlarından anlaşılıyor.
T.O: ‘Martı’yı bir ‘komedi’ olarak sergilediniz ve bu oyunun afişinde seyirciye komedi iletildi.
Tilbe Saran: Sergilediğimiz ‘Martı’ bu haliyle bile bilinçli seyirciye ağır geldi aslında… Bazı izleyiciler afişte ‘neden komedi yazıyor?’ diye, tiyatro müdürüne soruyorlarmış. Cengiz Özek’ de ‘’Çehov yazmış, biz yazmadık’’ diye cevap veriyormuş. Komedi konusu biraz tartışmalı oldu. Çünkü Rus yönetmen aynı rejiyi, Rusya’da da sahneliyor. Tabii Rusya’da ‘Martı’nın bir Çehov komedisi olduğunu herkes biliyor. Yine de burada, izleyici farklı bir beklenti içine girmiş olabilir. Fakat, yönetmen komedi konusunda ısrar etti. Bizler, tartışma konusu olacağını tahmin ediyorduk ki oldu. Az önce söylediğim gibi ‘’neden komedi yazıldı?’’ gibi sorularla, izleyiciler tepkilerini gösterdi.
T.O: Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tilbe Saran: Aslında, metin esprilerle daha yaşar hale geliyor.
T.O: ‘Martı’da Nina’yı canlandırıyorsunuz. Oyundaki martı, Nina mı?
Tilbe Saran: Martı, Nina mı? Bilmiyorum. Bu oyunda bir sürü martı var gibi geliyor bana. Treplev’in oyunun başında vurduğu martı, kendisi oluyor örneğin. Arkadina, biraz yaşlanmakta olan bir martı, önüne artık başka martılar geçiyor, liderliğini kaybetmiş ama hep bir martı olarak kalacak. Maşa, sakat bir martı. Uçamayacak. Maşa’nın bir tarafı hep sakat kalacak, kanadı kırık bir martı o.
T.O: İçlerinde en cesur olan Treplev. İntihar etme cesaretini gösteriyor.
Tilbe Saran: Bence , intiharı cesaret verici olarak adlandırmak tehlikeli olabilir.Bir tercih ama gerçek cesaret olup olmadığını bilemiyorum. Yaşamak daha fazla cesaret isteyen bir şey. Kalmak ve mücadele etmek her zaman daha zor, daha yıpratıcı. Uzlaşmak her zaman mutluluk ve iç dinginliği getirmiyor. Dolayısıyla hayatta kalmak için uzlaşmak gerekiyor.Uzlaşmak, insan için çok daha cesaret verici bence.
T.O: Nina da böyle düşünüyor zaten. Bir amacı olduğunu ortaya koyuyor ve üstüne gidiyor.
Tilbe Saran: Martılar, kırılgan olarak kabul edilir. Hatta ben de öyle düşünüyorum. Tüy gibi hafif , kırılabilen. Oyun metninin içine girip, birlikte okumaya başladığınızda, Nina’nın karakterler arasında en güçlü olanlardan biri olduğunu görüyorsunuz. Hedefi, koyuyor ve hedefe doğru ok gibi gidiyor. Dayanıp devam ediyor. Bu nedenle Nina, uçmayı başarabilecek bir martı. Öyle ya da böyle beş ya da on yıl sonra, uçacak. Ama hedefine gidebilmek için fedakarlılarda bulunuyor. Maşa’da aynı kasabada ama o herhangi bir yere gidemiyor. Nina kafasına koyduğunu yapıyor.
T.O: Peki, genel bir değerlendirme istesem. Çehov’u oynamak nasıldı?
Tilbe Saran: Oyunda bir şeyleri aktarmak yönetmenin işidir. Bizler, yazar ve yönetmenle sahne arasında görülecek şeyleri aktaran arabulucularız. Kap gibiyiz. Bir şeyi alıyoruz ve sonra veriyoruz. Bir yerden alıp, başka bir yere aktarıyoruz. Akışı sağlıyoruz. Bu oyunda benim için değişik olan bir Rus yönetmenle çalışmaktı. Bu çalışma esnasında Martı’yı ilk kez okuduğumu sandım. O kadar gözümün önünde olmasına rağmen , algılamadığım bir takım sözler, durumlar ve anlar varmış ki , benim için şaşırtıcı olan en çok buydu. Martı’yı pek çok kez okumuştum. Ama Jossef’le birlikte okurken ilk defa okuyormuş gibi oldum. Farklı bir okuma biçimi vardı ve anlatılanları farklı açılardan görebilme olanakları sağladı. Seyircinin de bu anlamda zorlandığını sanmıyorum. İyi yazılmış metinlerin sınırları olmuyor çünkü.
T.O: Bu sezon Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği ‘Molly S.’de de oynadınız.
Tilbe Saran: Evet. Molly S.’nin yazarı da bir İrlandalı ve İrlanda’nın Çehov’u olarak adlandırılıyor: Brian Friel. Şu an bildiklerim ve algıladığım kadarıyla, Friel’de Çehov’a özgü zarifliği yakalamak mümkün. Hatta bazen şöyle hissediyorum: 150. oyunda da olsanız, bazı lafların ardından, sanki ilk kez duyuyormuş gibi her seferinde, arkasında başka bir hikaye yazabilecek bir oyun bu. Bunu bir Çehov’da yaşadım ben. Her oyunda, kendi ya da partnerlerimin sözlerinden ayrı bir hikaye, ayrı bir resim düşleyebilirim… Bitmiyor, o kadar zengin o kadar katmanlı ki.. Aynı şey Molly S. için de geçerli. Molly S., müthiş zarif yazılmış, çok dokunaklı ayrıca çok ilginç bir metin. Tıpkı Çehov gibi. Çehov’un oyunlarını okuduğunuz zaman hiçbir oyunda şu haklı bu haklı, bu iyi bu kötü diyemezsiniz. Çalışmaya başladıkça insanın rolünü çıkartması daha zor oluyor çünkü. Çalıştıkça öbürlerinin de haklılık paylarını görmeye başlıyorsunuz. Kendi gerçeğinizi savunmak giderek zorlaşıyor. Molly S.’de de öyle. Üç tane, kırık dökük yaşam var. Her biri için, o şöyle yapmış bu böyle yapmış diye başladığınız metnin sonuna doğru, kendi bakış açısını, kendi doğrusu görüp, kendinizi başkasının yerine koyabiliyorsunuz. Aslında bu özellik bütün has yazarlar da olan bir şey.
‘Her şey basit olmalıdır, tümüyle basit, teatral olmamaktır esas olan’.