Yıldız Kenter, Ömrünü Tiyatroya Adamış Bir Destandı!

 

Lise son sınıftayım, biraz derslerden uzaklaşmak, biraz kız- erkek birlikte vakit geçirmek için biraz eğlenmek için biraraya gelmiş bir avuç yeniyetme… Çoğumuzun tiyatroyla ilgisi bile yok!

Bir bahar günü, edebiyat hocamızla prova yapmak üzere Harbiye’de Kenter tiyatrosundan içeri giriyoruz.

Kapıda biri “hişt ” diyor “sessiz olun prova var”.

Parmak ucumuzda balkona girip, koltuklara ilişiyoruz.

Salon kapkaranlık, sahnede cılız bir prova ışığı konservatuar öğrencilerinin üzerine düşüyor:

O sırada hiç birini tanımıyoruz, biraz şaşkın biraz hayran, biraz gıptayla izliyoruz.

Derken birden ilk sıradan  şimşek hızıyla biri kalkıp sahneye fırlıyor.

Upuzun, incecik, rüzgâr gibi…

Uçuyor, yürüyor, şarkı söylüyor, gülüyor, ağlıyor, isyan ediyor, dalga geçiyor, kızıyor, şaşırıyor, keyifleniyor, hüzünleniyor, bağırıyor, fısıldıyor, kadın oluyor, erkek oluyor, çocuk oluyor, kuş oluyor, at oluyor, ay oluyor, güneş oluyor…

O şekilden şekile girdikçe ağzımız bir karış açık bakakalıyoruz. İri dalgalı uzun kestane saçlarını savurdukça büyüleniyoruz.

Sonra gene birden tüy gibi havada süzülerek sessizce yerine dönüyor,

“Hadi bakalım baştan, canikolar”.

İşte o an bir mucize oluyor:

Yıldız hocayı izleyen o yeniyetmelerden tam beş kişi hiç akıllarında yokken konservatuara girmeye karar veriyorlar.

Bir anda!

Çemberlitaş’ta eski güzel bir köşk… İstanbul Belediye Konservatuarı.

Sınava giriyoruz, henüz şimdiki gibi rağbet yok; toplasan 100 kişi.

Herkes heyecandan ölecek, gözlüklerinin üstünden insanın ruhunu delen bir çift badem göz kartal gibi bakıyor: “Ne hazırladınız bakalım?”

Derin bir nefes alıp sıcacık gülümsemesine tutunuyorum ve kendimi harikalar diyarına giden Alice gibi delikten aşağı bırakıyorum.

Gözümü açtığımda okuldayım; okul dediğim, Beşiktaş’ta belediye binasının içinde iki küçücük oda, yerler taş, tepemizde kalın su boruları, portakal sandığından bozma, tozlu bir yükselti, upuzun mavi örtülü bir masa, bir de piyano…

Okulun ilk günü o portakal sandığından bozma, tozlu minicik sahneye çıkarıyor hoca:  “Yağmurda durakta bekliyorsunuz; arkadaşın şemsiyesi var sen de ıslanmamak için, göz göze gelip yanaşmaya çalışıyorsun, hadi bakalım”

Yüreğimin çarpmasını ve Yıldız hocanın iki basamaklı sahne önünde bir ayağı ilk basamakta, sahneye her an fırlayacak gibi duran İngiliz kısrakları gibi gergin uzun bacaklarını anımsıyorum. Ve o derin kopkoyu bakışlarını.

Aşkla bakıyordu bize, bütün öğrencilerine. O gün ve her gün…

“Ben sizlerden öğreniyorum” diyordu, gülüp geçiyorduk!  Oysa sahiden her an herkesten bir şeyler öğrenmek ister gibi tutkuyla izler, bir çocuk gibi merakla dinlerdi.

Uzun turnelerden, kısa turnelerden, oyun provalarından hep zamanını ayarlar tek bir gün bile dersine gelmemezlik etmezdi. Hiç uyumadan, otobüsten, trenden, uçaktan inip geldiği olurdu… Yorgunluğunu unutur bizden daha enerjik çalışırdı.

Arnavut kaldırımı kaplı avlumuzda kar kış demez mutlaka önce hareket egzersizleri yaptırır, ardından küçük odamıza girer piyanoda ses çalıştırır, sonra iki basamakla çıkılan rengi solmuş, havı bitmiş gri halı kaplı  yükseltide mucizeler yaşatırdı bizlere…

Kışın bir türlü ısınamayan taş zemin için ayaklarımızın altına tahta getirirdi üşütüp hasta olmayalım diye…

Tek başına bütün dersleri verirdi.

Ses nefes, ritim, hareket, fonetik diksiyon, oyunculuk yöntemleri…

Biraz olgunlaşan çömezlerine el verir, onları da eğitmen yapardı.

Çelik gibi iradesiyle belki de en iyi aşkı öğretti hepimize, “aşkların da bakım istediğini”, disiplini, mesleğine duyduğu saygıyı, tutkuyu, özeni…

O yoksul odamızda bize kıymetli olduğumuzu öğretti.

Ama mesleğin bizden de kıymetli olduğunu.

Nice çıraklar yetiştirdi  ve  çıraklarının önünde bir derviş gibi eğildi sessizce.

 

Yıl 1983, 1402 ile Çetin İpekkaya’yı önce Şehir tiyatrolarından ardından Belediye Konservatuarından attılar.

Kısa bir zaman sonra hoca da istifa etti. İstifa etti ama çalıştırdığı oyunun gösterisine geldi.

Aziz Nesin’in Ver Elinden Rovni’sini çalıştırmış, gösteride Aziz bey de seyredenler arasında, oyun bitti alkışlar arasında hoca  kalktı, seyircilere geldikleri için teşekkür etti, sonra tam önümüzde durdu ve “Benim gerçek eğitmenlerim önünde saygıyla eğiliyorum” deyip yerlere kadar kapandı ve gene rüzgâr gibi çıkıp gitti.

Bir derviş gibi sessice

Bir derviş gibi tekkesine odun taşıdı öyle yedi yıl falan değil ömrünce. Ömrünce tiyatrocu yetiştirdi, oyuncu, seyirci, yönetmen, eğitimci…

Şöyle bir bakın elini değdirmediği, soluğunu üflemediği, sırtını sıvazlamadığı kimse yok neredeyse. O değilse çömezlerinin sihri bulaşmıştır üstümüze mutlaka.

Ömrü tiyatroya, tiyatro eğitimine adanmış koca bir destandır.

Hocam,

Biliyor musunuz bu sene 322 yeni oyun perde açıyor

Seyirci sayısı yüzde 12 artmış

Hepsi sizin sayenizde

Demiştiniz ki

Doğduğu gün de, bugün de tiyatronun asıl amacı nedir?  Dünyaya bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek, çağımızın ne olup ne olmadığını ortaya koymak.

Gerçeği büyütmek ya da küçültmekle bilgisizleri güldürebilirsiniz, ama bu bilenleri üzer; oysa bir tek bilgili dost, bilgisiz bütün bir kalabalıktan daha önemli olmalı sizin için. Demiştiniz tamam hocam emanetiniz bizde

 

Dünyaya hergün sanki ilk kez görür gibi bir çocuk gözüyle bakacaksınız demiştiniz

Hergün düşler kurucaksınız

Hergün düşüp yeniden kalkacaksınız

İki taşın arasından başını uzatmış bir çiçeğe saygı duyacaksınız

Batan günün ardından bir dize fısıldayacaksınız

Denizden yükselen güneşe bir gül bırakacaksınız

Hocam, emanetiniz bizde….

Demiştiniz ki varsın aşktan olsun yaralarınız, hayal kırıklıklarınız

Sizin işiniz ağuları şaraba dönüştürmek, acıları isyana ve

Muzipçe gülümsemek geride kalanlara

Hocam emanetiniz bizde

Binlerce öğrencinize vurduğunuz mühür bugün her sahnede her sözde her duruşta her sessizlikte

Siz hiç bir yere gitmediniz hocam siz tiyatronun kendisi oldunuz.

Emanetiniz bizlerde

 

“Bildiğim bunca çiçek var, her birinde gördüm şunu:

Ya rengini senden çalmış, ya da cânım kokusunu”.