Gençlik Bana Umutsuzluğun Bir Günah Olduğunu Hatırlattı

Sevinç Erbulak ~ Gazete Müstehak / 2 Mart 2016

Onu yazmaya nereden başlayacağımı bilmiyorum ki…
20’li yaşlarımın en güzel zamanlarında hep o var. Odamın en güzel köşesinde, birlikte sahnede çekilmiş bir fotoğrafımız bana bakıyor uykudan önce her gece… Elim ellerinde… Kalbim ağzımda… Onu izleye izleye mesleğime aşık oldum. Bundan sebep pek az insanın bildiği bir ismi de var bende. Onun adı ”Aşk”… O benim aşk Tilbe’m… Birazdan gözlerinizin önünde o mis sesiyle (ki siz duyamayacaksınız ama hayal etmesi zor değil) Tilbe’m var. Hayali sofrasının konukları, heyecanlandıkları, gözlerini dolduran anıları ve hayalleriyle canım Tilbe Saran‘ım…

Sorularımın içinde yapamadığına şaşırdıkların bölümü gelince, bilmelisiniz ki ben de onun öğrencisi olamadığıma çok şaşırıyorum. Ne güzel olurdu öğrencilerinden biri olmak, olabilmek. Ne güzeldi bu gece Dünya Tiyatro Günü sayımızda onu dinlemek, ondan öğrenmek… Müstehak ailesine bir kez daha bin teşekkür, dünyaya da kocamanından bir teşekkür, beni Tilbe ile aynı yüzyılda içine kabul ettiği için… Hep söylüyorum, tekrarda beis yok, şanslıyım, şansımın farkındayım…

Sevinç Erbulak: Sorularım karışık karışık, akşam üzeri internette siteni gezdim ve ilk sorumu sinemadan sormaya karar verdim. Filmlerinin bir listesini yaptım ve şöyle bir bakınca yönetmenlerde bir tür bağımlılık yaptığını gördüm. Reha Erdem’in ”Kaç Para Kaç” ve ”Beş Vakit” filmleri, Caner Alper ve Mehmet Binay ile önce ”Zenne” sonra ”Çekmeceler”, geriye doğru bir yolculuk yaptığımda da ”Turkuaz”, ”Bir Erkeğin Anatomisi” ve ”Kırlangıç Fırtınası”… Doğru düşünüyorum değil mi şu bağımlılık konusunda?

Tilbe Saran: Umarım bağımlılık yaratıyorumdur ? Reha Galatasaray’lı, ben St. Benoit”dan; Fransız ekolüyüz ve ikimiz aynı dönemde Murat Dershanesine gidip orada tanıştık. Ondan sonra ben dershaneye gitmedim ama oradan çok iyi arkadaşım oldu Reha. Birbirimizin izini kaybetmiştik, sonra Reha Türkiye’ye döndü, reklamlar yaptı falan; sonra reklamdan yavaş yavaş sinemaya geçtiğinde hem dostluğumuzdan hem de işte kim, kimler olur, casting’e yardım etmek için filmlerinin bir köşesinden bulaşmak nasip oldu. O öyle… Mehmet‘le Caner‘le gerçekten hiç tanışmıyorduk. Zenne için buluştuğumuzda çok sevindim çünkü çok komplekssizler, söylenen her şeyi büyük bir açıklıkla dinliyorlar ve en keyifli tarafları tiyatro gibi prova yapıyorlar.

Tam sana göre yani…

Aynen öyle… Şöyle başladık, Zenne’de çok küçücük bir roldü, metni yolladıkları zaman okudum ve hiçbir hikaye yazamıyorum; yani eti kanı yok gibiydi. Onun üzerine ben dedim ki, “Müsaade ederseniz hani bir hikaye uyduralım buna, biz bilelim; kimse bilmesin, gene aynı ölçekte kalsın rol ama bir yere oturtalım.” Biz mail üzerinden Caner’le, Sevgi’nin hikayesini yazmaya başladık. Ben böyle ilk bir şey yazıp yolladım, bana dedi ki “Vay be, amma araştırma yapmışsın. Benim bütün ailemi yazmışsın” dedi. Dedim “Bilmiyorum hiç okumadım, hiçbir şeyden haberim yok.” Sonra ben bir şey yazıyorum o bir şey yazıyor, böyle böyle Sevgi’nin öyküsü oluştu. O sırada zaten çok sevdik birbirimizi. Onların da ilk filmiydi. İkinci film için de gene çok iyi tanıdıkları, benim de başka yerlerden, hikayedeki başka kişileri tanıdığım bir öyküydü. Onu sahiden hep birlikte oluşturduk. Tam Gezi sırasıydı. Birkaç kez buluşmalarımız ertelendi. Sonunda tam 14 Haziran, Bodrum’da büyük toplantı var, bütün ekip geliyor. Hepimiz çok tereddütteyiz, gidelim mi gitmeyelim mi? Sonunda dedik ki, gidelim. Orada uzun bir okuma yaptık, üzerinde konuştuk. Aslında benim Berlin’e biletim vardı, meşhur 14-15 Haziran oldu, Berlin’e gitmedim. İyi oldu, uzun uzun oturmuş konuşmuş olduk. Prova yaptık. Gerçekten çok uzun prova yaptık ve o provalarda çıkan her şeyi, kullanabilecekleri her malzemeyi senaryoya eklediler. O yüzden de senaryoya sonunda adımı da yazdılar. Gerçekten oyun gibi çalışıldı ve tahmin ediyorsundur, bir oyuncu için; hele tiyatrodan gelen bir oyuncu için sinemada böyle bir imkan bulmak, rüya gibi bir şeydi.

Ben 22 oyun saydım, biliyor musun kaç oyunda oynadığını?

Hiç bilmiyorum ?

1984 Kenterler, 1986 Dormenler, ahhh 1989-1995 Şehir Tiyatrosu; ben de varım o sürecin içinde :), ondan sonra da Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu… Cüneyt Türel ve Işıl Kasapoğlu ile… Bu arada ”Düğün” ilk yönetmenliğin mi ?

İlk ve tek ? Bir daha da olmaz herhalde…

Müstehak okurlarına bu tiyatroların yolculuğunu anlatır mısın? Mesela Aksant Prodüksiyon Tiyatrosunda 5-6 kereden az seyrettiğim bir oyununuz olmamış. Çevreme bakıyorum, onlar da Aksanat’taki oyunları defalarca seyretmişler, bugün artık seyirci bu hız çağında, bir oyunu çok da sevse tekrar dönüp de aynı oyunu seyretmesi pek mümkün olmuyor. O zamanlar öyle zamanlar değildi. Ben o hissimi hâlâ hatırlıyorum. Bize başından anlatır mısın bu tiyatrolardaki yolculuğunu ?

Kenterler, işte okulda okuyordum, Yıldız Hoca’nın “Arzu Tramvayı”nı oynadığı sırada. Gül rahatsızlanmış, Mehmet (Birkiye) aradı, dedi ki “Hoca seni istiyor. Seyretmişsindir” dedi, seyretmemiştim ama yalan söyledim, “Haaa, seyrettim tabii” dedim.

1Yazabilir miyim böyle ? ?

Aynen yaz ? Oyunun başında hatırlarsanız bir rol vardır, başında girer ve çıkar; onu oynayacağımı söylemişlerdi. Neyse çağırdılar beni, akşam oyun var zannediyorum. Bir kere bir gittim ki matine oynanacak, saat zaten 11 buçuk! Zaten hani ilk şok ? Mehmet geldi dedi ki “Hoca fikrini değiştirdi, üst kattaki komşuyu oynamanı istiyor, o daha küçük olan rolü değil” “Nasıl yahu?!” falan oldum. Dedi ki“Ben sana göstereceğim.” 3’e kadar ezberlemeye çalıştım, hiçbir şey hatırlamıyorum, gerçekten oyunun iki katlı dekorunu salladığımı çok iyi hatırlıyorum. O kadar titriyordum ki dekor sallanıyordu. Düşün Müşfik Hoca var, Yıldız Hoca var.

Düşünemiyorum…

Ben de düşünemiyorum zaten ? Aşağı yukarı 10-12 oyun oynayabildim. Sonra Gül iyileşti ve rolüne tekrar sahip çıktı ama Yıldız Hoca dedi ki “Sen devam et burada çocuk oyunu var, çocuk oyununa girersin.” Öyle işte Kenterlere bir çocuk oyunuyla, ilk turnem Ankara. Çok keyifliydi o zamanlar tabii ki. Hafta sonları git gel yapıyorduk çocuk oyunuyla, Stad Otel’de kalınıyordu, iğrenç yeşil mika asansörüyle yukarıya çıkıyorduk ? Ama her şey çok güzeldi. Sonra Dormenler, mezun olduğum yıldı. Dormen’de gene bir oyuncu çıkmıştı. Kısa bir süre oynanayacaktı, önce o oyunla girdim; sonra Haldun ağabey dedi ki “Festivale bir oyun yapacağız olur musun?” Nasıl olmam? Tabii ki olurum; “Hangisi Karısı”. Öyle başladık. Sonra Rüstem‘le evlenip Amerika’ya gittiğim yıldı, tiyatroya ara verdiğim yıl. 2,5 yıl sonra döndükten sonra “Kuruntu Ailesi” devreye girdi. Ondan sonra da 89’da telefon etti Gencay Hanım (Gürün) “Gelebilir misiniz tiyatroya?” diye; uça uça gittim. Tanımıyorum. Dediler ki “Yönetmen sizinle tanışacak. Lear oyunu için birini arıyor”. Işıl’la (Kasapoğlu) Harbiye’nin o eski ve güzel yolunda, böyle bir ileri bir geri yürüdük. O arada uzun bir ara verdiğim için çok tedirgindim yeniden tiyatroya dönmekte ama şöyle bir şey kurtarmıştı beni; ilk o yıllarda, bir bir buçuk yıldır çocuklarla çalışıyordum. Çocuklarla drama bu kadar yaygın değilken, İngiltere’den gelen bir arkadaşım vardı. Pedagoji okumuş, psikoloji okumuş biri. O ilk bu işleri birlikte yapalım demişti. O çocuklarla çalışmış olmanın ve hani oradaki sahicilik, doğallık, spontaniteye güvenerek, Işıl’ın sorduğu her şeye tabii ki yapabilirim filan dedim, neye güvendim o an bilmiyorum ama ? Çok istiyordum tabii ki. Bir de tabii şeyi öğrenince, soytarıyı oynayacak hem de Cordelia falan… Böylelikle Şehir Tiyatrosu başlamış oldu. Malum çok uzun sürmedi. Şehir Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra, biraz sudan çıkmış balık olarak dolaştım, o sırada Sanat Tarihi’ne geri döndüm. Bırakmıştım çünkü konservatuarda okurken, onu bitirdim; çok hoşuma gitti, öğrenciyken hiç tadına varmadığımı fark edip, bari master yapayım dedim ve yükseğe girdim. O arada Aksanat başladı. “Il Postino”ya gitmiştik Cüneyt‘le (Türel) birlikte, çıktık; vurgun yemiş gibiydik zaten. Hamit Ağabeye rastladık, Hamit Belli; “Ne yapıyorsunuz?” dedi, “Bir şey yapmıyoruz” dedik. “Nasıl yani bir şey yapmıyorsunuz?” dedi. “Ağabey işte ayrıldık, ben istifa ettim, Cüneyt emekliliğini istedi.” “Olur mu canım? Aksanat’ta sahne var gidin bir bakın” dedi. Neyse Işıl (Kasapoğlu) ben gittik, Işıl sahneyi gördü, “Burada hiçbir şey olmaz” dedi. Cüneyt ısrar etti, “Peki ne yaparız?” falan… Hepimizin aklına Abelard ve Heloise geldi. Abelard ve Heloise’i ilk Cüneyt, Işıl’a bulup okutturmuştu. İlk Fransa’da yapmıştı Işıl. Burada yaparız dedik ama Zeynep‘in çevirisiyle, yeni bir çeviri yapıldı; o benim hatırladığım en güzel çalışmalardan biri çünkü o sırada Zeynep (Avcı), Bodrum’a yeni yerleşmiş; bir şubat, anemonların mevsiminde, Bodrum’a gittik. Zeynep çeviriyor, şöminenin başında, biz yüksek sesle okuyoruz; diyorum ki “Bu böyle olmaz”, işte Cüneyt bir şey diyor, tamam diyoruz, herkes bir yere ayrılıyor gidiyor. Ben o arada harıl harıl işte ortaçağ, felsefe okuyorum; çok acaip şeyler okuyorum. Kah kah gülüyorum geliyorum, ayol diyorum, adam her türlü hastalığı geçirmiş sonunda da attan düşüyor filan gibi böyle tarihsel bilgilerle… Sonra Zeynep diyor ki “Haydi ben bir daha yazdım”, bir daha okuyoruz. Böyle tamamlanan bir süreçti. Bize “10 kere oynarsınız” demişlerdi, anlaşmamız filan yoktu. Hani Hamit Bey böyle bir kıyak geçmiş, siz de 10 kere oynayın. 10 kere oynadıktan sonra dediler ki, “Siz devam edin isterseniz”. Ondan sonra adı konuldu. Sonra devam edeceğini öğrendiğimizde hemen festivale başvurduk. İlk veya ikinci temsile Dikmen Hanım (Gürün) gelmişti, seyretti, “Tamam alıyoruz bu oyunu” dedi. Ondan sonra o oyun zaten iki buçuk yıl sürdü, arkasından da hemen Köksal (Engür) geldi.

Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu ne kadar sürdü ?0

10 yıl. Ben 9. yılda ayrıldım. Atılacağımızı hissettim ve ben önden gideyim dedim… Yiğitlik bende kalsın deyip; sonra atıldık çünkü.

Sonra ”Düğün” geliyor sırada, o oyunun metniyle de çok uğraşmışsın.

O metni hep birlikte yazdık. Ayşe ile birlikte.

Peki niye ilk ve son olur herhalde dedin.

Ben oyuncuyla çalışmayı çok seviyorum. Ama yönetmenlik başka donanımlara da gerçekten ihtiyaç duyuyor. Ben orada çok yeterli bulmuyorum kendimi. Oyuncu çalıştırmak, oyuncu açısından oyunun kanavasını kurgulamak; oyuncunun yolculuğuna eşlik etmek çok hoş ama yönetmen olarak başka şeyleri de hesap etmek gerekiyor. Hani, iyiyim yani oyunculukta; seviyorum, orada kalayım. Oynamak daha iyi geliyor bana.

Seni öğrencilerinden birine sorsaydım nasıl anlatırdı?

Onlara sor :))

Biliyordum böyle diyeceğini ? Peki sende eğitmenliğin karşılığı nedir?

Tapıyorummm… Tapıyorum çünkü bunu Yıldız Hoca söylerdi, hani “Benim öğrencilerim öğretmenlerim” diye, biz de “Ne şeker yahu ne tatlı” derdik… Gerçekten öyle olduğunu görüyorum, benden çok ilerideler. Ben onlardan öğreniyorum. Sadece eşlik ediyorum, ellerinden tutuyorum bilebildiğim kadarıyla… Birlikte bir şey aramanın hazzını yaşıyoruz ama sahiden canavar gibiler.

O kadar katılıyorum ki, benim de ilk senelerim öğretmencilik oynadığım zamanlarmış; yani, şimdi çok değiştim, çok öğreniyorum onlardan…

Ben takas olduğunu düşünüyorum sahiden. Alıyorsun, veriyorsun; ciddi bir alışveriş. Çok şey öğreniyorsun, hem oyuncu çalıştırmak açısından, hem yani kendin nasıl çalışacağını. Çünkü mesela blokaj görüyorsun; herkesin farklı sıkıntıları oluyor. Olmadık bir yerde olmadık bir şeyin engelini görüyorsun, onu açmak için sen de müthiş bir arama sürecine giriyorsun ve hem çok doyurucu hem çok öğretici.

Tilbe’de en sevdiklerin ve bunlar ‘bende ne arıyor?’ dediklerin var mı ?

Doğayı, hayvanları, barışı, insanı…. Ne arıyor dediklerim de, niye İstanbul’dayım, niye kentteyim; niye Türkiye’deyim şu günlerde…

Ben 22 oyununu saydım dedim ya; en son “Savaş” var. Benim de çok konuşmak istediğim bir oyun. Orada Serdar Biliş var ? Bu oyunun yolculuğunu çok merak ediyorum.

Benim için gerçekten bir arınmaydı. Kirimden, pasımdan… İyi yaptığını düşündüğün ve seyircinin maalesef seni o yönde beslediği şeyleri hani çıkarıp çıkarıp ısıtmaya başlıyorsun. Yemedi hiçbirini Serdar. ? Yemedi.

? Yemeyince ne diyordu ?

İşte “Olmadı ya” diyordu… ?

Bunu duymayı da seviyorsundur ama ?

Tabii canım… Deli misin? Gerçekten sarstı beni. Metin zaten benim çok uzun zamandır cebimde dolaştırdığım bir metindi. Çok güzel çalıştık Serdar’la.

Ne kadar sürdü provalar ?

Bilmiyorum, parçalı çalıştığımız için ama kompakt belki 6-7 hafta çalışmışızdır. Bunun çok uzun bir bölümü oyunda hiç olmayan hayali sahneler, doğaçlamalar ve benim pisliğimi temizlememle ilgiliydi, alışkanlıkları, cepte şu var falan ? Onların hiçbiri olmadı yani.

Biraz da Göç Zamanı’ndan konuşmak istiyorum. Ben seni televizyonda gördüğüm zaman şaşırıyorum.

Ben de ?

Ben çok mutlu olarak çok şaşırıyorum. Şu an bir parçası olduğun Göç Zaman’ını anlatır mısın? Ne oynuyorsun?

Mardin’li, üzerine kuma getirilmiş, aslında bu toprakların bütün kadınlarının öyle ya da böyle benzerlerini yaşadığı acıları, sıkıntıları; çıkmazları, köşeye sıkışmışlıkları, içselleştirilmiş şiddeti, kadının kadına yaptığı eziyeti, bunların temsili bir karakteri gibi…

Çok çok sevmiş olmalısın.

Galiba Veli‘ye (Çelik) inandım. Vahide (Perçin) ile uzun zamandır bir şey yapmak istiyorduk. Biz bir filmde oynayacaktık ve uzun bir zaman prova yapmıştık o film için. Yeşim Ustaoğlu‘nun yöneteceği… Sonra o kadar uzadı ki o süreç, hani işte sinemada para pul bulmak, programı yapmak çok uzun sürdü ve öyle bir tarih oldu ki ikimizin de asla oynayamayacağı bir zamana denk düştü ve bırakmak durumunda kaldık o projeyi. Böyle bir içimizde kaldı gibi oldu, sonra işte herkesin tabii kendi yolculuğu…Vahide’nin olması, Veli’nin ikna edici olması… Bir de çok iyi bir sözleşmem var :)))

Yüzün bu yüzden çok gülüyor…

Evet :)))

Web sitendeki tiyatro yazısını tıkladığım zaman karşıma Sonya’nın fotoğrafı çıktı… (Vanya Dayı) Benim hayatımda çok önemli bir yeri var, ben o oyunu 25 kere seyretmiş olabilirim.

Ciddi misin ?

Tabii. 1994 müydü ?

Yoook olur mu daha eski, 1991. Ama sonra çok oynadık, tabii ben ayrılıncaya kadar oynadık.

Sonya’nın fotoğrafını görünce kendimi çok iyi hissettim. Ben dün akşam seyretmişim gibi hatırlıyorum. Bir uzun saç örgün ve kahverengi bir elbisen vardı, karşıma o çıkınca sitede… Biraz anlatır mısın, azıcık da olsa…

Benim için ikinci konservatuardı. Rus yönetmenle, gerçi sonra başka bir Rus’la çalıştık, o öyle çalışmıyordu ama resmen ters pers olduğumuz, nasıl hani Serdar’da göçtüysem orada da başka türlü göçtüm. Her gün istifa ettim, her gün! Her gün, ağlaya ağlaya… Prova bittikten sonra Nergis‘i (Çorakçı) oturtuyordum, Nergis yönetmen yardımcısıydı, bütün sahneleri bir daha bir daha geçiyorduk. Her provaya farklı bir şey götürmeye çalışıyordum. Son güne kadar herkese, istinasız; olmuyor dedi, ol-mu-yor… Böyle olmayacak falan… Ama istinasız her prova sonunda ağlıyordum ve her prova sonunda da istifa ediyordum.
Mesela şöyleydi provalar, işte oyun başlıyor, Sonya içeriye geliyor ve doktorun geldiğini görüyor. Ben gidiyorum Harbiye’de koşturuyorum geliyorum kan ter içindeyim, içeriye giriyorum doktoru görüyorum, “Seni konservatuara almam ben yavrum” diyor filan. Allahım ne yapacağımı şaşırıyorum... “Aşk öyle oynanmaz” diyor. Yahu nasıl oynanır? Aşkı nasıl oynayacağım ben? Vanya Dayı’nın üç ‘evet’i bir hafta sürdü. Evet, evet, evet… Ama ben Çehov’u da Leonya ile öğrendim gerçekten ve sözün ağırlığının ne demek olduğunu da… Son gün seyircili genel prova yapmak istemişti ve Şehir Tiyatrosu unutmuştu seyirci çağırmayı. Genel prova! “Yapmam” dedi ve bıraktı gitti. Kaldık biz, nasıl ya genel prova? “Ben size söylemiştim” dedi, “Ben seyircisiz genel prova yapmayacağımı söylemiştim.” Çekti gitti. Tabii Şehir Tiyatrosu son dakika askerler ve Darüşşafaka’dan insanlar geldi, o salon dolduruldu ve biz genel prova yaptık. Ama o zaman anladım neden seyircili genel prova yapmak istediğini çünkü her şeyin sağlaması orada oluyor. Bir şey işliyor mu işlemiyor mu? Ne işliyor, ne işlemiyor? Ne neden işliyor, neden işlemiyor? Benim için çok kıymetli bir andır, selam verdiğimizde bir tek şeyi gördüm, seyirciler alkışlamıyorlardı, yaşlı inşanlar vardı ve böyle yapıyorlardı (ellerini göğüslerine bastırıyorlardı)… Unutulmaz bir andı benim için. Yıllar sonra, aradan zaman geçip Şehir Tiyatrosu’nda bir başka oyunu yapmaya geldiğinde, dost olduk Leonya ile. Dedim ki ona, “Yahu bizi mahvettin ya, öl :)”

Işıl Hoca ile Harbiye’nin eski ve güzel yolundaki yürüyüşünü anlattın ya soytarı için; onunla çok enteresan bir bağınız olduğunu görmemeye imkan yok. Sonra da onun çocuklarıyla Cesaret Ana’yı oynadın. O nasıl oldu? Nasıl bir şeydi?

Şahaneydi, şahane… İşte Cesaret Ana’yı yapalım mı? Yapalım. Tamam. Nasıl yapacağız? Şöyle yaparız falan feşmekan… Biz çok kavga ederiz Işıl’la…Yani hâlâ ederiz…

Ne güzel…

Ben önce bir mektup yazdım ona, dedim ki “Aynı anda gene üç tane oyun yöneteceksen, ya da işte onun çekimi bunun bilmem nesi var diyeceksen ben bu işe hiç girmeyeyim”. O da bana çok ağır bir mektup yazdı ve biz hemen bıraktık projeyi… (Güney’le beraber Iraz’ımın da olduğu bir güzel geceydi bu gece, defalarca kahkahasıyla çınladı Koru Kahve ama burada en kocaman kahkahasını atmış, yazmadan edemiyorum, ben de nefis eşlik etmişim tabii) Sonra tabi Işıl ve Tilbe olarak tekrar kavuşup… Ondan sonra, Yavuz‘la çok uzun dramaturji çalışmalar yaparak falan, Almancası, İngilizcesi, Fransızcası metnin… Çünkü Işıl Fransızca okuyunca anlıyor. Fransızca takip ediyor metni yani, son dakikaya kadar hani sahne üzerinde ilerleyinceye kadar onun elinde habire Fransızca metin var.

Anadili.

Evet, tiyatroda onun anadili o. Çok güzel bir çalışma oldu. Orada müzik konusunda, ben orijinal müzikleri hiç sevmedim; ama galiba doğru karar orijinal müzikle yapmaktı. Zor parçalardı. Canlı zaten yapamıyorduk. Onun için kayıt yapalım, üzerine söyleyelim hikayeleri… En zorlandığımız kısımlardan biri o oldu. Bence olağanüstü bir dekoru vardı Cem‘in (Yılmazer). Müthişti yani, bu kadar yalın ve bu kadar işlevsel olur… İki tane tahta. O her şeydi; araba, savaş alanı, ev, mutfak… Büyük buluşuydu bence Cem’in. Festivalde oynadıktan sonra tabii ki dekor Semaver‘e (Çevre Tiyatrosu) sığmadı, Semaver’de oynasaydık benim kafam tavana değiyordu. Böyle olunca Akatlar’ı ayarladık fakat orası belli günleri vermiyordu. Biz de hep aynı gün oynamayı istiyorduk. Bir süre öyle oynadık. Ama sonra sürdüremedik. Başka salon da bulamadık, giremedik ama bir sezon oynadık. Hakikaten iyi bir iş oldu o. Benim için tabii şöyle bir zorluğu vardı. Annemin çok ağır hasta olduğu zamanlardı. Zaten o sırada öldü. Ankara’ya oyun satılmış, hastanedeyim; annemi yoğun bakıma kaldırdım. Dedim ki bana bir yarım saat izin verin. Eda‘yı aradım, dedim ki “Eda geleceğim ama bana hiç kimse nasılsın demeyecek, ben geleceğim; oyunu oynayacağım ve ilk uçakla geri döneceğim”. Anneme dedim ki “Beni bekle”. Gerçekten Ankara’ya gittim, zaten çok yorgundum; oyunu oynadım. Üstümü çıkarmadan bir otel odasında sabahı bekledim, sabah işte 6 uçağı mıydı neydi. Geldim, annemin yanına girdim; o akşam annemin sevdiği şiiirleri, öyküleri okudum ona ve sabah öldü annem.

Bekledi yani.

Bekledi. Lear’de de babam… Birinde baba, birinde anne…

Gene oyun çıkışı mı ?

Prömiyerden sonra. Prömiyeri bekledi babam da.

Ona da söyledin mi beni bekle diye?

Babamın gidişatı da çok belliydi. Ona da dedim ki “Prömiyerde ölme”… Prömiyeri yaptık, iki oyun daha oynadık; galadan önce….

Peki. 2014 Eylül’e geliyorum ve Oyuncular Sendikası Genel Sekreterliği’ne geliyorum….

Nasıl düştüm bu tufaya? ?

Iraz Yöntem: Hepimiz nasıl düştük bu tufaya? ?

Evet ? Bu tufaya nasıl düştünüz? Sizi kim düşürdü?

Şebnemmm….Şebnem (Sönmez) düşürdü. Ben çok mutluyum, gerçekten… Ben ilk söylediğinde telefonu kapattım, dinlemedim bile; mümkün değil! Sonra işte bir daha konuştuk, bir daha konuştuk. Sonra gene bir başka sette dedim tamam, bu iş böyle olmayacak. Bu iş, işin içine girmeden olmayacak. Ve bence Gezi süreci çok önemliydi benim açımdan. Gezi’de yaşadıklarımız olmasaydı böyle bir kavganın içinde var olmazdım ama o gençlik bana umutsuzluğun bir günah olduğunu hatırlattı. Ve bence iyi ki sendikadayım. En sıkıldığımız zamanlarda bile hiç olmazsa öyle ya da böyle bir kavganın ucundan tutmak, hep birlikte bir şeyleri kotarmaya, değiştirmeye, iyileştirmeye çalışmak ve bunun için bir umut beslemek, Iraz ve diğer bütün yönetim kurulu ve dışarıdan sendikaya destek verenlerle, çook önemli. Soma yolculuğumuz mesela… Çok önemli kazanımlar var.

Hiç pişmanlık duymadığın bir şey olduğunu görüyorum.

Hiç. Hiç.

Büyük bir ‘iyi ki’ yani sendika senin için.

Çok. Evet.

Gezi’den bahsettin demin, bence bizim ülkemizden değil, bu dünyadan bir Gezi geçti.

Kesinlikle.

Bir gün seninle buluşmuştuk hatırlıyor musun? Gezi sonrası, şahane bir sohbetnüydü. Senin, ‘Sanat artık sokakta’ dediğin, ‘insanlar kilimlerdeki son deseni unutulana dek, türkülerin son kelimelerini yitirene dek sanat hep yaşayacak, artık sanat sokakta farkındasınız değil mi?’ dediğin gün. Çok acayip bir gündü. Söylediğin her şey aklımda hâlâ. Sokakta sanat yaptın mı?

Yaptım, Gezi’de parklarda oyunlar yaptık. Gezi sırasında tanıştığım 30 kişiyi Ada’ya çağırdım bir gün.

Biz Gezerken’le gelmiştik sana adaya ?

Evet ama bu, öncesindeydi. 3 ayrı grup yaptık, 3 ayrı biçimde gruplarla aynı zamanda işte tanıdığım sosyolog arkadaşlarım vardı, onları da davet ettim. Henüz mevsim açılmadığı için kimse yoktu adada, biz bağırıp çağırıp üç ayrı grup üç ayrı oyun geliştirdik. Sonra ben Serdar’ın ekibiyle kaldım; parklara gidip kentsel dönüşümle ilgili oyunlar yaptık.

Iraz: Ve hiçbirimizin bundan haberi yok!

Dolaştık parkları; Üsküdar, Kadıköy…

İlân ediyor muydunuz peki ?

Hayır, hayır. Pat diye gidiyorduk, orada bir tartışma bir kavga, bir şey başlatıp, oradan…..

Birdenbire?!?

Tabii tabii, birdenbire.

Düşünüyor musun sokakta devam etmeyi bu oyunlara?

Zaten sokaktayız diye düşünüyorum. Sokakta olmak iyi bir şey. Çok beni uçuran bir dönemdi, umut tazelediğim… Ben, bayağı vasiyetim falan hazırdır zaten de, o kadar umutsuzdum ki Gezi’den önce şeyi çıkarmıştım, hani mezar tapum falan bu diye. Gerçekten öyleydi. Bitti, defteri kapattım diye düşünüyordum. Bir tokat oldu bana Gezi.

2Bu röportajın sonunda mümkün olsaydı ve bir sihirli değnek verseydim, yaşadığımız ülkede neyi değiştirirdin? 

İçimizdeki kötülüğü ve iktidarı. Çünkü hepimizin içinde var ya, ondan böyle olduğumuzu düşünüyorum. Önce kendimizi değiştirirdim. Hak ettiğimiz bir idarede olduğumuzu düşünüyorum çünkü hepimiz farkına vararak, bilinçli ya da bilinçsiz; benzer şeyler yapıyoruz.

Şimdi bir sofra hayal etmeni istiyorum, yemekleri sen pişireceksin. Yaşayan veya kaybettiğin misafirlerin olacak, bir yemek yiyeceksiniz, sohbet edeceksiniz. Senin hazırladığın sofrada kim veya kimler olurdu?

Bir kere Aksanat’tan herhalde herkes olurdu. Şehir Tiyatrosu’ndan sen olurdun, sendikadaki bütün arkadaşlarım olurdu, annem babam olurdu, anneannem olurdu, anneannemin kardeşleri olurdu. Eski köpeğim olurdu, köpeklerim olurdu. Oyunlar sırasında ya da yaptığımız çeşitli etkinliklerde birlikte çalıştığım kadınlar olurdu, Füsun Akatlı olurdu. Zeynep Avcı olurdu, o zaten Aksanat‘ın içindeydi. Mor Çatı‘dan Yaprak olurdu. Işıl Baş olurdu. İlkokuldan arkadaşım, Sabancı’da Antrolopoji’de daha doğrusu İnsan Bilimleri’nden Leyla olurdu. Tabii ki Savaş ekibi olurdu. Yıldız Hoca olurdu, Müşfik Ağabey olurdu, Macide Tanır olurdu ve annemin edebiyat hocası, Orhan Veli‘nin sevgilisi Nahit Hanım olurdu. Yiğit (Sertdemir) olurdu, Tomi (Tomris İncer) olurdu. Nergis (Çorakçı) olurdu, Can (Başak) olurdu, onların oğlu Cem olurdu.

O zaman ben de Kavin’i getirirdim.

Kesinlikle. Veli (Çelik) olurdu. Bülent olurdu. Bülent Emin Yarar olurdu.

Bence sabahlıyoruz.

Iraz- Kaç gece hem de ?

Yahu o gece ne güzeldi Allahım ya…

Ada, ada… Bizim orada oynasanıza dedi, evim de müsait falan. Ben dedim ki bir şartla gelirim, beraber uyuyacağız. Ve uyuduk biliyor musunuz? Tilbe, sabahın köründe çekime gitmek için kalktı, yanımdan usulca gitti, ben uyandım, odasının perdelerini açıp adaya baktım filan

Bir kalktım, herkes bir yerde sızmış, kimisi koltukta, kanepede…

Iraz- Bizim de öyle bir 1 Mayıs’ımız var, Beşiktaş’a gideceğiz diye, bütün yönetim kurulu Tilbe‘nin evinde kaldık çünkü bütün yollar kapalı, Beşiktaş’a en yakın Tilbe var. Sabah 6’da evden çıkıp yürüye yürüye meydana gidip, kortej ne zaman toplanacak acaba diye ?

Keşke adadaki o gece Gezerken’i kayıt etmeyi akıl etseydi biri. Biz sonra Açık Radyo’da kayıt yaptık ama hâlâ içimde yaradır parklardaki oyunlardan birini çekmemiş olmamız.

Yazık.

Seslenen kitapta kitap seslendirmişsin, ben de Berrak Yurdakul’un iki kitabını konuştum. Aşk’ı konuşmuşsun, ekşi sözlükte okudum. Şu an mesela yarın hangi kitabı seslendirmek istersin?

Dostovevski “Budala”… Yapacağız inşallah. Yaşar Kemal‘leri yapacağız. Ben Açık Radyo’da çok yaptım. Oğuz Atay yaptım, Madame Bovary yaptım, koca Savaş ve Barış‘ı yaptım. Tezer Özlü yaptım ama yayınlanamadı. İçinde geçen bir kelime (orospu) yüzünden Eraslan Sağlam‘la yaptık sonra yayınlanamadı.

Bu dünyaya senin için geldiğini düşündüğün yazarlar ve oyun yazarları kimler?

Çehov ve Sait Faik. Sait Faik benim için gelmiş, bir kere Ada’lı. Ayrıca onun gördüğü martıyı ben de görüyorum adadan baktığımda, kilisenin haçına konan martısını.

Peki hâlâ yapamadığına ve yaptığına şaşırdıkların neler?

Hâlâ adam olamadım. İnsan olmaya çalışıyorum.

Şu an Bebek Koru Kahve’deyiz sevgili Müstehak’çılar. 20 sene önceki Tilbe, Bebek Koru Kahve’ye gelse arka masamıza otursa, yalnız başına, sen de onu görsen? Ne yaparsın? Yanına gider misin? Ona bir şey söyler misin?

Belki çocuk yap derdim. Keşke vazgeçmeseydin derdim ama bir yandan da hani bugün şu koşullarda, dünyanın bu koşullarında; Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun koşullarında iyi ki yapmadın diyorum o ayrı; ama hani onu yaşamamış olmanın eksikliğini hep hissediyorum.

Müstehak’ımız hakkında ne düşünüyorsun?

Bayılıyorum.

Ben çok heyecanlıyım bununla ilgili. Böyle deli-ler kayıt altına alıyorlar her şeyi.

Sen hep heyecanlısın ?

Her şeye çok heyecanlı değilim ?

Çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü hakikaten Türkiye’de her şey suya yazılıyor, sadece tiyatro değil ki… Onun için kayıt, arşiv, bilgi, geleceğe dair… Yoksa hepimiz şey zannediyoruz, her şeyi ilk biz yapıyoruz, biz buluyoruz, aman ne kadar önemliyiz. Sonra bir bakıyorsun ohooo çoktan tuğlalar dizilmiş. Sen çatıyı kapıyorsun ama tuğlayı sen dizdin zannediyorsun…

Birlikte oynamak istediğin oyuncular kaldı mı?

Olmaz mı? Beşbin tane falan var. Sevinç var, Yiğit var, Bülent Emin Yarar var.

Bülent’le oynamadın mı ??

Hayır. Öldüreceğim o Bülent’i… Beşbin kere filan teklif ettim. Bir tane iki kuzen hikayesi var benim çok sevdiğim, Muhammed Kasimir diye Fransızca yazan Cezayir’li bir yazar var, hâlâ çok önemli bir metin olduğunu düşünüyorum. Çok anlatı bir metin. Çok uğraştım onunla bir şeyler yapalım diye ama denk düşüremedik.

Düşürürsünüz.

Tabii. Esra Bezen var, Mert Fırat var. Ama Mert Fırat’la şimdi Romeo Jüliet okuyacağız.

Nerede?!?!

Müzik Festivali’nde.

En son seyredip de akşamına güzel bir uyku çektiğ….

“Macbeth – iki kişilik kabus”. Doğu’lar (Akal) yaptı, ay ne olur seyredin onu (Tiyatro BeReZe). Kadir Has sahnede oynuyorlar. Mutlaka görün. Bir de Tiyatroperest’in “Soğuyunca Acımaya Başlar”. İKSV’nin özel gösterimlerinden “Mutfak ve İtiraflar” da var tabi…

Bir de festival oyunun var.

Festival oyunum, “Vanya, Sonya, Maşa ve Spayk”. Amerikan oyunu, bol Cehov göndermeli. Yücel Erten yönetiyor, bir Tiyatro Pera oyunu olacak.

Provada mısın?

Provadayım. Prömiyer 18 Mayıs. Çok eğlenceli…

Uf, sorularım bitmiş olabilir. Müstehak’ımızın sana soruları bu kadar ?

İstanbul Müzik Festivali’nde bir de şeyi yapacağım. Yaz Dönümü Gecesi’nden ekstreler… Judi Dench’le yapmışlar.

Ne zaman? Ne zaman?

4 Haziran ve 10 Haziran. Mert ile yapacağımız da orada. Bir de işte Yaz Dönümü’nden de parçalar var….

Haziran’da bir yere gitmiyoruz demek ki Müstehak’çılar… Aşk’ı izleyeceğiz beraber………..