Bonkörce Alkışlıyorlar!

30.04.2000_bonkorce_alkisliyorlarFiliz Aygündüz ~ Milliyet / 30 Nisan 2000

Tiyatro: Aşk!
Seyirci: Seçici değil, çok bonkör hem de.
Oyuncu: Herkes kadar oynuyor günlük hayatta; eksiği fazlası yok.
“Sevilmek”: Sahici olmak…
Bir kahve içimi Tilbe Saran röportajı. Kahveyi köpüklü sevene!…

95’te Şehir Tiyatroları’ndan istifa ettiniz. Sonra Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu dönemi başladı. “İyi ki de istifa etmişim” dediğiniz oldu mu?
Ben ödenekli tiyatroların Türkiye için vazgeçilmez bir yeri olduğuna inanıyorum. Şehir Tiyatroları gibi bir kurumdan istifa ettiğimden değil, Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu oluştuğu için “İyi ki …” dedim.

Tiyatronuzun kısa zamanda başarılı olmasını neye bağlıyorsunuz?
Dostluk! Hiçbir tiyatroda bu kadar birbirine giren bir ekiple çalışmadım. En hoş tarafı, yapılan kavgaların hepsinin tiyatro için olması.

Akbank bu başarıdan sonra sizin için daha rahat teknik koşullar, söz gelimi büyük bir sahne düşünüyor mu?
Böyle bir planları var mı bilmiyorum ama bizim taleplerimiz var: Büyüyelim, açılalım, başka yerlere gidelim, salonlar oluşturalım gibi… Bu talepler de aldığımız destek de bizim için değil tiyatro için.

Peki Şehir Tiyatroları’nı nasıl buluyorsunuz?
Önemli oranda bir dolulukla oynuyorlar. Ucuza kültür hizmeti veriyorlar ki bu önemli. Ama verdikleri hizmetin kalitesinden şüpheliyim.

Kaliteden şüphe duyuyorsunuz ama seyirci sayısında düşüş yok.
Seyirci hiç seçici değil. Gördükleri her şeyi, belki az gördükleri için, desteklemek gerektiğini düşündüklerinden çok bonkörce alkışlıyorlar. Bu bonkörlük tersine işliyor diye düşünüyorum.

Bazen hak etmediğiniz alkışlar aldığınızı da düşünüyor musunuz?
Evet. Ve bu beni çok ürkütüyor. Bize doğru bir ayna tutulmadığı takdirde giderek kendimizi kocaman boy aynalarında görmeye başlayacağımızdan ve yaptığımız her işin en iyi, en harika olduğuna dair bir yanılsamaya düşeceğimizden korkuyorum. Hangimiz alkışlanmaktan, onaylanmaktan hoşnut olmayız ki? Birileri de size sürekli onay verip aferin dedikçe tehlike başlıyor.

Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu’na geçtikten sonra kadınlık durumunu sorgulayan oyunlara ağırlık verdiniz…
Ekip olarak, oyunları o nedenle seçmedik. Oyunlarda kadınlık durumunun sorgulanması bizim ekipten kaynaklanan bakış açısıyla, ekibin duygusuyla ilgiliydi. “Abelard ve Heloise” de, “Alacaklılar” da çok başka düşlenebilir, oynanabilirdi.

Tiyatronun kadın sorununun çözülmesinde nasıl bir katkısı olabilir?
Tiyatro hiçbir sorunu çözmez. Tiyatro insanlara soru sordurabilir.

Doğru sorular çözüme yaklaştırmaz mı?
Belki… Bir an’a, bir duruma gönül açıcılığı olabilir. Ama herhangi bir sorunun çözümü olamaz.

Sezonu Bilge Karasu’nun yazdığı “Sevilmek”le kapatıyorsunuz. Bu oyundan size ne kaldı?
Hep söylediğim bir şeyin teyidi oldu: Yaşanılan anda sahici olmak, net olmak ve “gibi yapmamak” gerekliliği…

“Sevilmek” bir radyo oyunuydu. Tiyatroya uyarlanması zor oldu mu?
Oyun sesler için yazılmıştı, bu yüzden bulanık, muğlak ve biraz ucu açıktı, dinleyenin dilediğince tamamlayabileceği bir dokusu vardı. O dokuyu sahneye taşıdığınız andan itibaren seyirciye bir şeyler gösteriyor oluyorsunuz. Bizim bütün derdimiz aradaki bu dengeyi kaybetmemekti.

Oyunda beden dilinin geri planda kaldığı yolundaki eleştiriye katılıyor musunuz?
Ben bu oyunun daha fazlasını taşıyamıyacağını düşünüyorum. Bir şeylerin altını koyu koyu çizmek istemedik, yazar çizmemişti.

Bu arada insanlar sinemaya tiyatrodan daha yatkınlar sanki…
Çünkü, sinemanın pompalandığı ve görselliğin giderek ağır bastığı bir dünyada yaşıyoruz.

Sinema bugünü tiyatrodan daha mı hızlı takip ediyor?
Hangi sinema sorusunu sormak lazım. “American Beauty”deki yabancılaşmadan söz ediyorsak, bu ellili yıllardan beri yapılıyor tiyatroda. Ama tabii sinemanın izlenmesi daha kolay. Çünkü bitmiş bir şey sunuyor size. Oysa tiyatro seyircinin katılımı olmadan bitmeyen bir şey. Tiyatronun günü sinema kadar hızlı takip edemediğine katılmıyorum.

Tiyatroyu sinemadan çok sevenler arasında bile oyuncuların günlük hayatta da oynadığını düşünenler var.
Herkesten daha fazla ya da daha az oynadığımızı düşünmüyorum. İnsan ilişkileri hep bu oyunlar üzerine zaten. Hepimiz oynuyoruz hayatımızda. Bizimki onlardan farklı değil. Ben hiç oynamam diyene de inanmayın.

Bir de profesyonel deformasyon dediğimiz, mesleklerden kaynaklanma davranış alışkanlıklarımız var.
Hayatımı bir profesyonel deformasyon kurtarmıştı. Çok gençtik. İki kız, iki erkek arkadaş Burgaz Ada’da, dolaşıyorduk. Çok güzel bir hava, güneş batmış, tepeye çıktık. Derken insanlar azaldı. Biz de huzursuz olduk, hava aniden kararıyor, dönelim artık dememize kalmadan silahlı ve sivil iki kişi belirdi.

Ne istiyorlardı sizden?
Tahmin edebileceğiniz şeyler. Erkek arkadaşlardan biri diş hekimi olduğu için, işinden kalma bir alışkanlıkla adamın ağzına bakmaktaydı. “Sen fakülteye gel de ben senin dişlerini yapayım, bak çürüğün var” dedi adama. Ardından biz de bir ahbaplık kurduk. Hayatta olmamızı profesyonel deformasyona borçluyuz. Silahlı adamlar polisti! Herkes kadar, gerektiğince oynuyoruz. Eksiği fazlası yok. Ayrıca hayatta gördüğüm kolay yalan söyleyenlerin hiçbiri oyuncu değildi.