Affetmeyi Öğrenmemiz Gerek
Şule Çizmeci ~ Radikal / 18 Şubat 2006
Kadın-erkek ilişkilerini irdeleyen Nathalie adlı oyunda buluşan iki ünlü oyuncu Tilbe Saran ile Zuhal Olcay ile aşkın tuzakları, evlilik çıkmazı, ayrılık acısı, kıskançlık, bağışlama ve kabullenme üzerine kadınca bir muhabbete daldık
Aşka, evliliğe, kadın-erkek ilişkisine dair kafa yoran bir oyun, Türkiye’nin iki usta oyuncusunu, Tilbe Saran ile Zuhal Olcay’ı aynı sahnede buluşturmakla kalmadı; aralarında sıkı bir dostluğun kurulmasını da sağladı. Belçikalı yazar ve yönetmen Philippe Blasband’ın yazdığı Nathalie, Işıl Kasapoğlu’nun rejisiyle 9 Şubat’tan itibaren Kenterler Tiyatrosu’nda sahneleniyor. Nathalie, 2003’te Fransız yönetmen Anne Fontaine tarafından sinemaya uyarlanmış, filmde Fanny Ardant, Emmanuelle Béart ve Gérard Depardieu rol almıştı.
Oyun, bir dönem kariyerindeki başarısızlığından eski kocasını sorumlu tutan ünlü bir opera sanatçısı Sonia’nın planladığı bir intikam planı üzerine inşa edilmiş. Sonia (Tilbe Saran), eski kocasını baştan çıkarması için Nancy’i (Zuhal Olcay) yüksek bir fiyata kiralıyor. Böylece farklı sınıflardan farklı iki kadın yüz yüze geliyor. Sonia, Nancy’den basit bir sekreter kimliğine bürünüp Nathalie adını almasını ve kocasıyla bir ilişki kurmasını istiyor. Amacı, bu ilişkiye ait tüm ayrıntıları, kocasının cinsel fantezilerini öğrenmek. Bir adamı tuzağa düşürmek isteyen iki kadının içine düşecekleri tuzakları izlemek hem eğlenceli, hem de sersemletici.
Saran-Olcay ikilisiyle Kenterler’in kulisinde Nathalie’ye dair konuşmak için buluşmuştuk, ama metnin oyununa gelmişiz ki kendimizi birden kadınca bir muhabbetin içinde bulduk:
Tiyatro çevrelerinde Nathalie epey merak uyandırdı.
Saran: Sadece oyun değil herhalde, Zuhal’le bir araya gelmemizin de etkisi oldu.
Olcay: Tilbe, hep bir başrol oyuncusu, ben de öyleyim. İki starın yan yana gelmesi bence çok hoş bir süreç.
Saran: Ben böyle bir şeyin olmasını hep isterdim. Batı’da bunun birçok örneğini görmek mümkün. İnsan, iyi oyuncudan çok şey öğreniyor.
Bu oyunda bulunmanız ikinizin de nasıl bir dönemine tekabül etti?
Olcay: Tilbe ile ilk rastlaşmamız Fazıl Say’ın konserinde oldu. ‘Hadi bir şey yapalım’ın ilk tohumu orada atıldı.
Saran: Nathalie’yi okuduğumda çok heyecanlandım. Kadınlık kavramını düşündüren, tartışan bir oyun.
Olcay: Farklı sınıftan iki kadın, kadın-erkek ilişkisini, aşkı, evliliği sorguluyor. Buna kayıtsız kalabilecek insan yoktur herhalde. Bu erkeklerin de çok ilgisini çekecek bir oyun.
Ne zamandır dostsunuz?
Olcay: Eskiye dayanan bir tanışıklığımız var. Ama öyle dost değildik. İşten güçten olmadı.
Rolünüze hazırlanırken kendi hayatınızla da yüzleşmiş olmalısınız. Kafanıza neler hücum etti?
Saran: Oyundaki kadınlar hangi duygularla karşılaştıysa ben de onlarla karşılaştım: Öfke, kıskançlık, hayranlık, korku, kendi içindeki şiddetten korkma.
‘Geride kalmam benim suçum’
Zuhal Olcay Haluk Bilginer’den boşanalı bir yılı geçti. Sizin Cüneyt Türel’le ilişkiniz sürüyor mu?
Saran: Cüneyt’ten ayrılmadım, ama yaşamımın bir yerlerinde ayrılıklar oldu.
Bu oyun, sizin iç dünyanızı nasıl etkiledi?
Saran: Bu oyundan kişisel bir ders çıkartmam gerekiyorsa; en önemli şeyin affetmek olduğunu düşünüyorum. Ne olursa olsun, kim olursa olsun hep affetmeli insan. Yoksa hayat çekilmez oluyor. Öfkenizi bastırmanızdan söz etmiyorum.
İnsanın kendini affetmesi de var!
Saran: Tabii. ‘Öyle oldu, o zaman öyleymiş. Şimdi başka türlü,’ deyip hayata devam etmek, akan hayata karışmak lazım. Kırgın, kızgın değil. Öfke, sizi yiyip bitiriyor ve hayatın dışında kalıyorsunuz. Ve yazık oluyor size.
Oynadığınız kadın Sonia, kocasının karşısında ezilmiş bir kadın. Siz de Rüstem Batum’la evli olduğunuz dönemde hep geride kaldınız. Neden?
Saran: Eğer geride kaldıysam bu benim suçum, benim seçimim. Öyleyse öyle yapmışım. Bazı şeyleri değiştirmeye imkân var mı? Kuantum fiziği gibi. Milyonlarca top var gelip bir tanesini vuruyorsunuz. Ona değil de buna vursaydınız, kim bilir neler olacaktı?
Peki, bu oyun size neler düşündürttü?
Olcay: Oyunlar tabii ki bir yerlerde gizli saklı kalmış duygularımızı deşmemize neden oluyor. Mesela Nancy rolü bana bundan 15 sene önce gelseydi böyle oynayamazdım. Neler yaşadığınız, duygu zenginliğiniz, buna hayal kırıklıklarını ve travmaları da katıyorum, bizim oyunculuğumuz için önemli. Bizim için en büyük cinayet, herhalde tekdüze bir hayat yaşamak olurdu. Evim, yuvam, tiyatrom, gittim geldim, tamam. Rejisör ne istiyorsa onu yaptım. Bu bir facia! Bir oyuncunun başına gelebilecek en kötü şey herhalde. Yaşamımdaki büyük çalkantıların hepsinin bana büyük faydası oldu. Çalkantılardan süzülenler, kalanlar benim bugün rollerimi ve insanı daha iyi anlamamı sağladı. İnşallah bir 10 sene sonra çok daha iyi oynayacağım. Elbette roller bize çok şey katıyor. Ama biz iyi ve zengin yaşayıp o rollere neler katabiliyoruz, bu da çok önemli.
‘Herkesi kontrol ediyormuşum’
Bu aralar kendinizi sorguluyor musunuz?
Olcay: Sorgulamak ne kelime! Kendimi paramparça ediyorum. Kendimi tanımayacaksam eğer neyi tanıyacağım? Ama bu sonsuz bir yol. Kendinizi tanırken bir yandan da değişiyorsunuz. Hoop başka bir şey keşfediyorsunuz. Kendimle ilgili şöyle bir açığımı yakaladım ki, bence bu çok temel bir şey; olanı kabullenmek konusunda yetersizliğimi gördüm. Başına gelenleri kabullenmenin ne kadar zor, ama insanı ne kadar rahatlatan ve büyüten bir şey olduğunu bu yaşımda gördüm. Ne kadar çok kendimi parçalıyormuşum. Kendimi ve herkesi kontrol ediyormuşum meğer. Bırak, sadece ol. Olmak!
Kendinizi gerçekten serbest bıraktınız mı?
Olcay: Çalışıyorum. Bu o kadar kolay bir şey değil. En azından ne yapmam gerektiğinin farkındayım. Bu sonsuz bir yol. Ancak ‘Ben yolumu buldum, artık kendimden çok memnunum,’ demiyorum, bu çok gülünç.
Neden hep soğuk, donuk ve mesafeli oldunuz? Yoksa bu bir tür savunma mekanizması mı? Çok mu kırılgansınız, yoksa çok mu kendini beğenmiş?
Olcay: Doğruyu söylediniz. Soğukluğum, kendimi korumak için. Ama son yıllarda tamamen bunu aştığımı da düşünüyorum. Kendini beğenmişlikle yan yana gelmez hayatım. Kendimi üstün olarak görmek! Asla! Hatta bunun tersini yapmak için aşırıya kaçtığımı düşünüyorum bazen. Bu da bir hata.
Hatta bir çeşit kibir.
Olcay: Evet, ama kibirli değilim. Çok haklısınız, ama ben artık o duvarlarımı sevmiyorum. Ha şu var; bazen duvarlar çok işe yarıyor. Öyle bir şey oluyor ki koruyorsun kendini. Tennessee Williams’ın ‘Ben zaafı olan insanları severim,’ lafını çok severim. Zaafı olan ve bunu ortaya koymaktan gocunmayan insanlar… Herkes şunu bilsin: Bu dünyada hepimiz eşit derecede acı çekeceğiz. Ve hiç kimse mükemmel değil. Bunu kabul ettiğiniz zaman rahatlıyorsunuz.
Star olma sürecinizde kızınızın yanında değildiniz. O dönemler sizin için sancılı ve suçluluk duygularıyla dolu geçmiş olmalı. Bugün kızınızla aranız nasıl, sizi anlıyor mu?
Olcay: Galiba aramız iyi ve beni anlıyor. Zannediyor musunuz ki, o suçluluk duyguları çocuk büyüyünce kayboluyor. Hayır, onlar hâlâ bir yerlerde kara gölgeler halinde koşuşturuyor. Ben hiçbir zaman bir ilişkimi idealize ederek anlatmayı sevmiyorum. ‘Çocuğumla harika bir ilişkim var’, ‘En iyi arkadaşı benim’ gibi palavra başlıklardan hoşlanmıyorum. Kızımın en iyi arkadaşı ben olmak istemiyorum. Zaman zaman beni suçluyordur. Ama bunu söylemiyor. Bazı şeyleri hissettiriyor.
Siz hiç çocuk istemediniz mi?
Saran: Herhalde istemedim. Sanıyorum annelik bana çok ağır bir yük gibi geldi; anne olmaktan çok korktum. Kadınlık, doğurganlık kafamı kurcaladı. Sonra uçtu gitti yıllar. Doğurmadım, ama benim de çocuklarım var.
Olcay: Tilbe, bence söz etmelisin! Hayran olunması gereken bir şey yani.
Yoksa evlat mı edindiniz?
Saran: Deprem sırasında tanıştığım ve annelik ettiğim 14 yaşında bir oğlum var. Ama hâlâ anne olmaktan korkuyorum. Birilerine bilmeden zarar veririm diye hep korktum. Bu duygu insanı pasifize ediyor.
Olcay: Hiçbirimiz aziz değiliz.
Saran: Azizler de aziz değil, kaldı ki…
10 yıl önce zaaflarınızdan hoşlanacağınızı söyleseler buna inanabilir miydiniz?
Olcay: 10 yıl önce birçok şeye inanmazdım ben. Yaşadıklarınız sizi değiştiriyor.
‘Güçsüzüm, beni koruyun’
Artık güçlü bir kadın mısınız?
Olcay: Sanırım öyleyim.
Ya siz?
Saran: Ama güçlü bir kadın olmak daha zor bir şey.
Olcay: Bazen ‘Ben güçsüzüm, ben zavallı güçsüz bir kadınım. Ne olur beni koruyun,’ diye bağırmak istiyorum. Bunu da gururla söylemiyorum.
Yüzünüze neden bu hüzünlü ifade yerleşti?
Olcay: Çocukluk fotoğraflarımda merak ve şaşkın bir ifade var.
Saran: Bence o bir imge. Sanırım sinema o imgeyi çok beğendi ve o imge çok kullanıldı. Ve Zuhal, hak etmediği tek bir maskeye indirgendi.
Ama siz de izin verdiniz!
Olcay: Bilerek izin vermedim. Beni tek bir kategoriye indirgediklerinde o kadar üzülüyorum ki… Sinemada maalesef farklı rollerde oynayamadım. Senaryo seçemedim, o dönemde ne geliyorsa onu oynuyordunuz. Halbuki yapmamak lazım. Roller uygun olduğunda bu imajı kırabilirim. Ama sırf bu imajı kıracağım diye de mesela komedi filmlerini de kabul etmiyorum. Niye oynayayım?
‘Dünyevi hırsım az’
Tilbe Hanım siz ise sinemaya ve televizyona uzak durdunuz. Neden?
Saran: Televizyon sizi oyuncu olarak çaresiz bırakıyor. Kontrolünüz dışında o kadar başka şeyler oluyor ki dünyanın en iyi oyuncusu olsanız ne yapacaksınız o ortamda? Düzenli bir hayatı seviyorum. Biri bana telefon edip, ‘Hadi kalk, gel sete,’ dediği zaman kendimi aşağılanmış hissediyorum. Deneyimlerim de bunu teyit etti. Düzgün işlerle gelseler niye yapmayayım? Bir süre reklamın arkasında ve önünde çalıştığım için nasıl bir organizasyon içinde olduklarını biliyorum. Akılsızlık beni çileden çıkartabilir. Orada set işçisine, oyuncusuna gösterilen özensizlik beni çok yoruyor. Benim şöyle bir şansım oldu; seslendirme yaparak hayatımı kazanabiliyorum. Dünyevi hırsım az.
Sizin dünyevi hırsınız çok mu?
Olcay: Ne bileyim? Benim kariyerim çok farklı gelişti. Bir yerden sonra öyle bir durum oluyor ki kaptırıyorsunuz kendinizi. İşim çok önemli. Tiyatro provalarına başladığımdan beri çok mutluyum. Ama bazen ipin ucu kaçıyor hakikaten. Setten konsere koşturuyorum. Tabii, bundan da zevk alıyorum.
Şarkıcılık mı? Oyunculuk mu?
Olcay: Oyunculuğumdan gelen bir güdüyle şarkılarımı da tirad söyler gibi söylüyorum. En güzel düşündüğüm zamanlar sahnede şarkı söylediğim zamanlardır. Kendimle ilgili kararları veririm. Tiyatro ise gözbebeğim, onu hiçbir yerlere koyamam.
Çünkü tiyatro sizi terk etmiyor.
Olcay: Kesinlikle. Ahh, o kadar doğru bir şey söylüyorsunuz ki… Gönülden kendini verdiğinde sana hiç ihanet etmiyor. Biliyorum ki sağlıklıysak sonuna kadar oynayabiliriz. Sahneye iki yıl ara vermiştim… (uzun bir es).
Boşandıktan sonra Oyun Atölyesi’yle bağınız kesildi mi?
Olcay: Evet… (uzun bir es). Bazen böyle duraklamalar oluyor. İyi ki de oluyor. Kolay yaşanmıyor belki, ama iyi ki oluyor.
Bir tür arınma mı?
Olcay: Ta kendisi. En güzel meditasyon, sahnede prova yapmak. Hiçbir şey düşünmüyorsunuz. O kadar güzel ki…
‘Yeni bir yol, yeni bir gizem’
Bu oyun ikinize de yaramış. Siz de çok keyifli duruyorsunuz!
Saran: Ben sahnede Zuhal gibi bir oyuncuyla sürekli provaya devam edeceğimizi düşünüyorum. Sıkıysa çalışma yani…
Olcay: O kadar güzel bir maç oluyor ki… İyi bir oyuncuyla karşılıklı oynamak müthiş bir şey.
Yeni oyunun yanı sıra gözlerinizden yeni bir duyguyu yaşamanın heyecanı da okunuyor.
Olcay: (Gülüyor). Şimdi şöyle bir dönemdeyim: Yeni bir yol, yeni patika ve gizem var orada. Ve orada yalnız olmaya hiç niyetim yok (gülüyor). İnsan içinde bulunduğu ruh halini yansıtıyor ne kadar gizlemeye çalışsa da. (Tilbe Saran, çocuksu bir sevinç içinde arkadaşını izliyor.)
Kendisine yabancılaşmamış birisiniz.
Saran: Ne güzel bir iltifat bu.
Bir oyuncu olarak yaşlanmaktan korkuyor musunuz?
Saran: Bu nasıl yaşlandığınıza bağlı. Shakespeare’in Kral Lear’inde kralın soytarısı ‘Akıllanmadan yaşlanmamalıydın,’ der. Bence en önemlisi bu.
Olcay: Bunun üzerine başka bir şey söylenmez. Ne güzel, sohbeti Shakespeare’le noktaladık.